Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

Bu Kimin Eseri?

Sanırım telefonun mucidi Alexander Graham Bell, 1876’da icat ettiği telefonun yıllar sonra bugünkü halini görecek olsa inanamazdı. Düşünsenize, yüz kırk sekiz yıl sonrasına, geleceğe geldiniz. Sayın Bell, elinizdeki bu aygıtın mucidi sizsiniz; bu, sizin eseriniz denilerek eline verilse o an neler hissederdi?

Şimdi bu anı ve sonrasını birlikte zihnimizde kurgulayalım istiyorum. Telefon çalıyor, elindeki ekranda arayan kişinin fotoğrafı görünüyor ve sonrasında görüntülü görüşmeyle o insan ses ve görüntüsüyle sizinle aynı odada karşınızda beliriyor. Sanırım ilk tepkisi, “Aman Tanrım, bu imkânsız!” çığlığına eşlik eden bir şaşkınlık olurdu. Büyüyen göz bebekleri ekrana kilitlenmişken bir son dakika haberi düşer bu kez önüne. “Yenidoğan çetesinin gözaltına alınan çete lideri ile diğer doktor ve hemşirelerin tutuklandığı” haber geçiyor. Şimdi haliyle, “Bu ne?” diye soruyor. İnsanları yaşatmak için yıllarını verip tıp fakültesinde okuyanların sırf para için sağlıklı bebekleri yoğun bakım ünitesinde öldürdüklerini anlatmaya çalışıyorsun ama olmuyor. Hele ki gelen paraları akşama eğlencede harcayacaklarını kahkahalarla telefonda konuştuklarını söylemeye dilin varmıyor. Sosyal medya hesaplarından bildirimler yağmur gibi yağıyor: Ali, Merve, Berk, Sude… Takipçilerin en son paylaşımlarına kalp bırakıp alevli yorumlar yapmışlar. “Yine yakıyorsun, yaşıyorsun bu hayatı…” Şöyle biraz Instagram’ın ne olduğunu anlatmaya çalışırken, yine bir son dakika haberi: İsrailoğulları yine masumları evlerinde, hastanelerde, okullarda ve yollarda bombalamış, çadırlarında canlı canlı yakmış. Telefonu alev almış gibi aniden elinden bırakıyor. Tekrar kafasını uzatıp görmeye çalışıyor; merakına direnemiyor. “Bu lanetli kavmin yaptığı zulmü bu gayrimüslime anlatsam anlar mı ki, umurunda olur mu acaba?” sorusuna cevap ararken zihninde, aylardır sokaklarda binlerce İrlandalı, İspanyol, Alman ve İngiliz’in protestoları aklına geliyor. Onların, sessiz kalan birçok pısırık Müslüman ülkedeki insanlardan çok daha cesur olduklarını düşünüyorsun. Graham Bell’in parmağı X uygulamasına dokununca, yazılar ve fotoğrafların akıp gittiği ekranı dikkatle izliyor. Bu platform üzerinden yapılan algı çalışmalarıyla ülkelerde darbeler yapıldığını, “bahar gelecek” yalanlarıyla kandırılan binlerce insanın öldüğünü, işgal edilen ülkelerde demokrasi vaatlerinin boşa çıktığını anlatıyorsun. Telefonu uzatıyor: “Bu mu? Bunun yüzden mi oluyor?” diye soruyor. “Bu anlattıkların nasıl oluyor ki, aklım almıyor” diyerek bir sana, bir de elindeki küçük cihaza tuhaf ve şaşkın gözlerle bakıyor.

YouTube’a yeni videolar yüklenmiş; hangi kanaldan acaba diye bakarken, buraları da anlatmalı diye düşünüyorsun. Sonra “Neyi nasıl anlatacağım?” diye kafanda dönüp duran düşünceler, maruz kalınan türlü sapıklıklar zihnine hücum ediyor ve vazgeçiyorsun. “Boş ver şimdi bunu, bak burada Facebook da var. Burada yaşlı amcalar genç kızlara yürüyor, burada da sahte hayatlar ve kopyala-yapıştır mesajlarla insanlar aldatılıyor” diyemiyorsun tabii.

“Dur, TikTok vardı.” Yükleyip de pek bakamadığın, diğer platformlardan vakit bulamadığın bir uygulama. O da ne, biri canlı yayın açmış ve “Düğmelerimi açmak için para yollayın” diyor. Hadi bakalım, sen bunu kendine bile anlatamazken, geçmişten gelen bu adama neyi nasıl anlatacaksın? “Abi, doktor muayeneleri artık böyle oluyor” da diyemezsin.

Elinde telefon, ekranda yüklü onlarca program var ve telefonun mucidine bakıp “Bak bu çok güzel, çok faydalı. İnsanlar bu programlardan çok istifade ediyor” diyebilmek için saf saf ekranı kaydırıyorsun sağa sola. Kıyıda köşede kalmış “Namaz Vaktim” uygulamasına takılıyor gözün bu defa. Adam Müslüman değil ki, şimdi ona bunun sayesinde namaz saatlerine, günün ayetine, hadisine ve duasına baktığını, hatta kıblenin yönünü buradan bulduğunu diyemezsin. Çünkü o taraflarda da bezin yok. Utandın şimdi, hem de bu ana kadar hiç olmadığı kadar utandın. Başın öne düştü, gözün yere bakıyor.” Bu elimdeki bir lanet miydi, yoksa bir nimete dönüşebilir miydi?” Evet… Neden olmasın ki? Sadece nereye bakacağımızı bilmiyoruzdur belki de pek işimize gelmiyordur. O sayısız programların hepsinin içinde, insana, insanlığa, güzelliğe dair nice platformlar, videolar, podcastler var. Aslında ara sıra önüne düşen ama bir parmak hareketiyle kaydırdığın o içeriklere ulaşmak da çok kolaydı oysa. İnsanı nasıl ki kötüye, günaha sevk ediyorsa, tıpkı o yolla iyiye, doğruya da ulaştırabilirdi. Değil mi ki Gazze’de son bir yılda yaşanan tarifi olmayan zulmün, Batı’da güneşin yeniden doğuşu gibi Müslüman olanların her geçen gün hızlı artışı bunun en büyük kanıtıyken? Bu vahşet, bir telefon ekranıyla tüm dünyada sadece izlenmiyor; bir yerlerde birilerinin hem İslam’la şereflenmesine hem de içlerindeki insan olma adına kalan en küçük kıvılcımların kora ve yangına dönüşmesine de vesile oluyor.

Birkaç saniye süren bu dalgınlık, Graham Bell’in “Şimdi bu benim eserim mi? Ben, ben çok büyük bir günah işlemişim, Tanrı beni affetsin!” cümlesiyle irkilip, derin düşünceler havuzundan kafanı kaldırıp göz göze geliyorsun.

Peki, şimdi ona ne söylemeliyiz; gerçekten de bu onun eseri mi?

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu