Al Deliden Uslu Haber
-Nasreddîn Hoca Şerhi – 13-
–Balkanlar’ın
al kanlarıyla yaşayan
Ertuğrul Karakuş kardeşime
bâkî muhabbetlerimle
ithâf olunur…–
*
Töreli edebiyat, latif bir sohbet ve zarif bir nasîhat edebiyâtıdır… Töresözlerinden masallarına, destanlarından menkıbelerine, latîfelerinden hikâyelerine, türkülerinden şiirlerine şifâhî ve kitâbî töreli edebî mahsullerin tamâmı ezelî hikmetin bir taşıyıcısı ve nesilden nesile aktarıcısı mâhiyetindedir…
Edebiyat, hikmeti nasıl taşır, kime aktarır..? Akıl, bu hikmetin neresindedir..?
Arşî-yi şeydâdan eger ister isen doğru haber
Râh-ı Haka eyle sefer vakt-i seher kum kum a kum
deyivermiş, Tireli şâir Arşî, “Deliden al uslu haber.” ya da “Deliden al doğru haber.” töresözüne de telmihte bulunarak…
Nice deliler vardır ki, uslulara Hakk’tan ve hakîkattan hikmetli haberler taşırlar; sanki, bir bakıma “Kum fe enzir. (Kalk da uyar.)” (Müddessir / 2) emrine uyarak günün en kıymetli vaktinde, seherde gâfilleri uyandırıp kaldırır, ezelden ebede seyreden seferi hâtırlatırlar…
Kimi âlimler var ki, gâfillere hakîkattan söz ederler, ama hiçbir te’sîrini göremezler… Kimi ârifler de vardır, gâfillerle uğraşarak vakitlerini hebâ etmezler… Kimi gâfiller de vardır ki, câhilliklerini makamla, mâlla, parayla, şöhretle örterler de âlimlere ders vermeye kalkarak “karacâhil” sıfatını yüklenirler…
Nitekim, insanların bir kısmı, Hakk ve hakîkat ile kendileri arasına akıl perdesini indirmiş, gürültüleriyle Hakk’ın ve hakîkatın sesini bastırmış durumdadırlar; onlar, kalb gözlerini kapattıkları ve cân kulaklarını tıkadıkları için de kalble düşünemezler, gönül diliyle konuşamazlar:
“Ve meselullezîne keferû ke-meselillezî yen‘iku bimâ lâyesme‘u illâ du‘â’en ve nidâ’ summun bukmun ‘umyun fe hum lâya‘kılûn. (Kâfirlerin hâli, çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi işitmeyerek haykırana benzer; –onlar– sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden de akledemezler.)” (Bakara / 171)…
**
Öte taraftan, söz mücevherâtının, söz incilerinin gâfillere söylenip saçılmaması gerektiğini savunanlar da vardır… Kânûnî Sultan Muhibbî,
Benzedi nazmun Muhibbî yine sâfî gevhere
Bilmez anun kadrini sarrâf-ı irfân olmayan
beytiyle, sâfî söz cevherine benzeyen şiirinin kadr ü kıymetini mârifet kuyumcusu olmayanların takdîr edemeyeceğini söylemekte; Bâkî de,
Söz güherdür ne bilür kadrini nâdân güherün
mısrâıyla, söz incisinin kıymetini ahmakların bilemeyeceğine işâret etmektedir… Remzî ise,
Söz güherdür sen anı gûş-ı hımâra takma ya
diye uyararak, söz incilerinin eşeklerin kulaklarına takılmaması gerektiğini dile getirmektedir…
Pekâlâ, Nasreddîn Hoca, söz söylemekle ve sözden anlamakla alâkalı bu kadim meseleyi nasıl yorumlamıştır; bu hususta, onun şu meşhur latîfesi üzerinde bir daha düşünmekte yarar var:
***
Hoca, bir Cumâ va‘z u nasîhat etmek üzere kürsüye çıkmış, demiş ki:
– Ey cemâat, biliyor musunuz, bugün size ne anlatacağım..?
Cemâat hep bir ağızdan “Bilmiyoruz, hocam, nereden bilelim.” demiş…
Hoca da “Ben bilmeyenlere ne anlatayım.” diyerek kürsüden inmiş… Cemâat hayretler içinde kalakalmış…
Sonraki Cumâ, Hoca yine çıkmış kürsüye, sormuş:
– Ey cemâat, bugün size ne anlatacağım, biliyor musunuz..?
Cemâat bu sefer de “Evet, hocam, biliyoruz.” demiş…
Bunun üzerine Hoca da “Bilenlere ben niye anlatayım ki.” diyerek kürsüden inmiş yine… Cemâat ise yine şaşkın…
Bir sonraki Cumâ da kürsüye çıkmış, Hoca, yine sormuş…
– Ey cemâat, bugün size ne anlatacağımı biliyor musunuz?
Bu sefer, önceden anlaşıp sözleşmiş olan cemâatın bir kısmı “Biz biliyoruz, hocam.”, bir kısmı da “Biz bilmiyoruz, hocam.” demiş…
Hoca da cemâata şöyle karşılık vermiş:
– O hâlde, ben size nasıl anlatayım… Bilenler, bilmeyenlere anlatsın…
****
Latîfeyi şerh sadedinde, bilenlere, bilmeyenlere ve onlara söz söyleme âdâbına dâir acabâ neler söylenebilir..? Bu mevzû acabâ nasıl yorumlanabilir..?
𝟎 “Kul hel yestevillezîne ya‘lemûne vellezîne lâya‘lemûn innemâ yetezekkeru ulu’l-elbâb. (De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç; ancak, akıl sâhipleri öğüt alırlar.)” (Zümer / 9) âyetindeki “ulu’l-elbâb”dan murâdın, akl-ı küllîden beslenen akl-ı ma‘âd sâhipleri olduğunu söylemek mümkündür ki bu, öğüt alabilen töreli akıldır, yâni “ög”dür…
Öğüt veren ög sâhiplerine karşı kibirlenmeyen ve öğüt alabilen kimseler ancak, öğrenebilirler ve de gerçek bilgiyle donanabilirler; ilmin, âlimin ve gerçek öğütün karşısında kibirlenen gâfiller ise, öğrenemezler, bilemezler…
𝟏 “Gâfile kelâm, nâfile kelâm.” töresözü, gâfil kimselerin öğüt alamayacağına, yâni bilgisini tecrübesiyle melekeleştirmiş ög sâhiplerinden istifâde edemeyeceğine işâret etmektedir…
İlk Cumâ günü, Hoca’ya “bilmiyoruz” diyenler, hâlden anlamaya çalışmayıp da illâ kâlden –sözden– işitmek isteyen gâfilleri temsîl etmektedir… Gâfile ne söylenirse söylensin, ne kadar nasîhat edilirse edilsin, o, cân kulağını tıkadığı ve burnunu inatla kaldırdığı müddetçe her söz boşa gidecek, verilen öğütleri idrâk edemeyecektir…
𝟐 “Ârife târif gerekmez.” töresözü ise, âriflere sözle öğüt vermenin gereksiz olduğunu, onların ög sâhiplerinden görerek öğrenebileceklerini ifâde etmektedir… Zîrâ, ârifler, hâlden anlayabilirler, kâle –söze– ihtiyaç duymazlar…
İkinci Cumâ, Hoca’ya “biliyoruz” diye cevap verenler ise, hâlden anlayabilen ârifleri temsîl etmektedir… Âriflere öğüt kabîlinden söylenecek her söz ise, fazlalıktır, gereksiz lâkırdı sayılır; ög sâhibi Hoca da bu kabil gereksiz sözlerden imtinâ eder, kaçınır…
𝟑 Üçüncü Cumâ, Hoca’ya “biliyoruz” ve “bilmiyoruz” diyenler, bir cemiyetteki ârifler ile gâfilleri temsîl etmektedir; gâfilleri ayıltma ve uyandırma vazîfesi de âriflerin üzerine bir mükellefiyettir… Ezcümle, Hoca’nın “Bilenler, bilmeyenlere anlatsın.” cevâbı, bir cemiyette tüm tavsiye, îkaz ve ihtar vazîfesinin, tek bir bilenin üzerine değil de tüm bilenlerin üzerine bir vecîbe olduğunu îmâ etmektedir… Zîrâ, bilgi, sâhibini tebliğ, tâlim, terbiye ve telkinle mükellef ve muvazzaf kılar…
𝟒 Latîfe, bir cemiyetin “hâlden anlama” seviyesinin birkaç hafta içerisinde yükselebileceğini göstermektedir… Hoca’nın ilk Cumâ’daki sözsüz nasîhatıyla berâber, cemâat kendi kendisini zorlayarak hâlden anlamaya çalışmaya başlamış, bu da meyvelerini iki hafta içerisinde vermiştir…
𝟓 Hoca, sükûtun da bir öğüt üslûbu olduğunu cemâata göstermiştir… Kimi zaman “sükût perhîzi”, yüksek sesle ve fazlaca konuşup söylemekten daha te‘sirli olabilmektedir… Nitekim, cemâat Hoca’nın sükût ile vermek istediği dersin ne olabileceği üzerinde birer hafta düşünerek üçüncü haftaya gelmiş, birbirlerine danışma ve birbirleriyle anlaşıp iş birliği yapma noktasına varmıştır…
𝟔 Esâsında Hoca, bu latîfesiyle şöyle bir nasîhatta bulunmak istemiş:
“Öğüt vermede ölü gibi ol…”
En te’sirli nasîhat, ölümdür… Ölüler, sâdece hâl diliyle ve susarak öğüt verirler… Bir insânın tecrübesi ölümle kemâle erişir… Dolayısıyla, bir ölünün edinmiş olduğu tecrübeye hiçbir sağ sâhip değildir ve bir ölü(m)den alınacak öğüdü de hiçbir sağ veremez…
𝟕 Resûlullâh –aleyhissalâtu vesselâm– efendimiz ashâbına “Bilir misiniz..?” kabîlinden bir soru sorduğunda, onlar “biliriz” yâhut “bilmeyiz” cevâbı yerine “Allâh ve Resûl’ü daha iyi bilir.” diye karşılık verirlermiş… Yâni, ashâb-ı kirâm, Resûlullâh karşısında ilim ve bilme iddiâsı taşıyan ifâdelerden şiddetle imtinâ ederler, sorunun cevâbını bilseler bile onun mübârek dudaklarından ve dilinden bir daha işitmek, tâze öğüt almak, onun inci sözlerini cân kulaklarına küpe yapmak isterlermiş…
Hoca, cemâatın, kendisinden dinleyip öğüt almaya teşne ve öğrenmeye hâzır olduğuna kâni olabilmek ve onlara anlatmaya başlayabilmek için, belki de cemâattan “Sen bilirsin, Hocam.” cevâbını bekliyordu; bu cevâbı almadıkça da va‘z u nasîhat etmedi…
Allâhu a‘lem bi’s-savâb…
*****
Hâsıl-ı kelâm…
Ölü(m)den ders alamayan gâfil, diri(m)den de öğüt alamaz…
Memâtın sözlerini işitemeyen câhil, hayâtın mânâsını da duyamaz…
Delilerdeki hikmeti anlayabilen ârif, velîlerdeki mârifeti de anlatabilir…
İrfânın sükûtunu kılavuz edinebilen âlim, ilmin kelâmıyla da menzile varabilir…
******
Gayrı münâcât vaktidir:
Ey
kendisine bir karış gidene bir adım gelen
kendisine yürüyerek gidene de koşarak gelen Rabbimiz
gören gözümüz, işiten kulağımız, konuşan dilimiz ve tutan elimiz ol
seninle görelim, seninle işitelim, seninle konuşalım ve seninle tutalım..!
Ey
bize bilmediklerimizi öğreten Rabbimiz
bildiklerimizi de bir daha öğret
gördüklerimizi ve yaşadıklarımızı da bize yeniden öğret..!
Ey
sükûtumuza ses, seslerimize cisim bahşeden Rabbimiz
kelimelerimizi akılsız, cümlelerimizi rûhsuz, mısrâlarımızı da gönülsüz bırakma..!
Âmîn bi-hurmeti Tâhâ ve Yâsîn..!
Abdülkadir Dağlar