Az evvel telefonumda denk geldiğim bir videoda geçen bir cümle: “Gevşedik biz…”Evet, hakikaten de gevşedik, hem de öyle böyle değil. Belki de, insanoğlunun vurdumduymazlığının tavan yaptığı bir dönemi yaşıyoruz.
Son yılların en çok şikâyet edilen meselelerinden biri, her şeyi oluruna bırakmaktan kaynaklı mıdır, yoksa gerçekten de yılgınlık sebebiyle mi bu derece boş vermişlik hali zuhur etti? Bilemiyoruz.
Benim yaşıtlarım —ki buna kendimi de dahil ediyorum— eskiye nazaran sanki olan ve olmayan şeyler daha az tesir ediyor. Artık, duya duya, göre göre onca olanı biteni… Hani gençler diyor ya, “Bi salın beni,” ödümüz kopuyor ya ucu dokunursa diye…
Aldık elimize telefonları, koyduk fincanlara kahvelerimizi. Tüm dünya, parmaklarımızdan akıp giderken bunca şeyi görüyor olmanın “ama”sı oldu gören gözlerimiz. Şimdi, işimize gelmeyeni de, duymak istemediklerimizi de işiten sağırlarız.
Acı ama, artık Gazze ilk günlerdeki gibi uykularımızı kaçırmıyor, ağlaya ağlaya kahrolmuyoruz mesela. Müge Anlı’yı izleye izleye, memleketimde işlenen akla hayale gelmeyecek türlü türlü cinayetleri görmek de şaşırtmıyor kimseyi. Çünkü yıllardır, yol yordam öğretti; televizyonlarda yayınlanan beş kuruşa pahalı programlar.
“Psikolojimiz bozulmasın,” diye haberlere bakmamayı telkin eden psikologların sözünü dinlemek kolayımıza geldi de mazlumun sesini duymakta zorlandık. Ya ellerimizle kapattık ya da tıkaçla tıkadık kulaklarımızı.
Klasikleşmiş bir cümledir: “Sanki bir tek benimle mi değişecek?” Bahanelerin en çekicisi, en karşı konulmazı… Evet, bir tek seninle, bir tek benimle, bir tek onunla değişecek. Hepimizle olacak ne olacaksa!
Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karıncanın duruşunu ve o minik bedeniyle nasıl devleştiğini bilmiyor muyuz? Peki, düştüğümüz bu acziyeti neden bu kadar kolay kabulleniyoruz? İşimize gelmeyeni, zararımıza olanı ve çıkarımıza ters olanı en gür sesimizle reddederken üstelik!
Boykotu bile beceremedik ya, yazıklar olsun bize. “Ama”lar, “fakat”lar ve bahanelerin tabur tabur askeri geçiş yaptığı, boş sohbetlerin döndüğü masa başlarını tuttuk da tek mazluma sözümüzü tutamadık. “Senin de alacağın olsun,” denir ya sukutuhayale uğratana. Sessiz kalan ümmet, sorarım Gazze’nin ahı ne olacak? Ya bu ah tutar diye hiç mi korkumuz yok, hiç mi küçük de olsa bir ürperme hissetmiyoruz!
Keşke bu kadar çok şeyi bilmiyor olmayı dilemek, “Görmeseydim, bilmeseydim,” diye kıvranarak sızlayan vicdanın sesini duymamayı istemek… Belki de bu gevşemenin sebebi bu. Yorulduk, dolduk ve taşmamak için kıvranıyoruz.
Hesap gününden korkuyoruz, ama bir o kadar da yokmuşçasına yaşıyoruz. “Abi, bi sal beni ya! Bi sal artık!” hâletiruhiyesi içinde, Alzheimer olmuş gibi gelip geçiyor ömürlerimiz…
Acaba ne yapmalıyız bu halden kurtulmak için?
Daralan ruhumuzu genişletmek, yarına dair kaybolan umutlarımızı yeşertmek ve yeniden umut beslemek… İçine girdiğimiz bu adını koyamadığımız hallerden çıkmak için bir durup düşünsek mi ne dersiniz?
Hayatın telaşı içinde, bir an olsun kendimize dönüp iç sesimizle yüzleşip dertleşsek… Belki de o vakit anlam bulur; bu karmaşık duygular ve hissiz haller.
İnsan ve kul olduğumuzu hatırlayarak küçük de olsa adımlar atsak; bize yük olan geçmişi bir kenara koyup, geleceği şekillendirmek için çabalasak mı artık?
Belki de gerçekten bir mola vermeliyiz. Kendimizi, yorgun zihinlerimizi ve yıpranmış kalplerimizi onarmak için içimizdeki sese/sessizliğe kulak verme vaktimiz gelmiştir de fark edememişizdir. Kim bilir ondandır bu hallerimiz.
Ve bazen durmak, yeniden başlamanın en güçlü yolu olabilir.
Tüm iddialarımızdan vazgeçip, sıfırdan başlayabilmek…
“Ya Musa, bana benden olmayanla gel,” dediğinde, Rabbim, âlemlerin Rabbi olan Sen, Sende olmayan ne olabilir ki?
Acziyetimizle mi varsak kapısına? Tüm benliğimizi, kibirlerimizi, yargılarımızı geride bırakıp, sadece yüreğimizdeki eksiklikle mi çıksak huzuruna? Bizi bizden söküp alan, gönlümüzü daraltan her şeyi bir kenara koyup, sadece ama sadece Onun rahmetine sığınsak…
Bize düşen belki de bu. Kendimizi unutarak, sadece Onun huzurunda var olduğumuzu bilerek, her şeyi Ondan dilemek. Çünkü bizim olan ne varsa, aslında yalnızca Ona aittir.
Şah damarımızdan daha yakın olan, elbet çıkış yolunu da kurtuluşu da gösterir. Yine neden geldin, ne istiyorsun demeyenin kapısı hep açıkken, yanlış kapıların önünde beklemekten vaz geçmeyi ve bu gevşemiş hallerimizden sıyrılmayı arzu etme vaktimiz gelmedi mi?
Cahit Zarifoğlu’nun da söylediği gibi ”Böyle bir çağın insanı olmak imtihan olarak hepimize yeter”. Ardına bakmadan giden ve asla geri gelmeyecek olanın zaman değil de ömrümüz olduğunun idrakine varabilmek duasıyla.