DilDoç. Dr. Abdülkadir DağlarTöreli Yazılar

Mezc ~ Mizâc Kelimelerine Dâir

Töreli İştikâk - 61

TÖRELİ İŞTİKÂK – 61

Mezc ~ Mizâc Kelimelerine Dâir

Töreli nazariyâtın insâna has küllî –bütüncül– bakışına göre; insan, rûhuyla, aklıyla ve bedeniyle bir bütündür… İnsan, mânâ ile maddenin, rûh ve akıl ile bedenin “ahsen-i takvîm” üzere kıvamlı bir imtizâcından mürekkep yaratılmış, mükemmel bir varlıktır… Yâni, insan, ne sâdece mânâdır, ne de sâdece maddedir; ne sâdece rûhtur, ne sâdece akıldır, ne de sâdece bedendir… İnsan, hepsi birdendir…

Varlığın tamâmına ve husûsiyetle de insâna dâir bu ve emsâli töreli bakışlarla yorumların, genel olarak hikmet başlığı altında tedvîn edildiğini söylemek de mümkündür… El-Hakîm olan Allâh’ın, yeryüzünde kendisine halîfe olarak yarattığı insânı her yönüyle ele alıp yorumlayan töreli ilim “hikmet”, töreli usûllerle bu ilimle iştigâl eden kimseler de “hakîm” –hekim– adıyla anılmıştır… Demek ki, hikmet, insan türünün mânevî ve maddî yaratılışı, fıtrî özellikleri ve ahlâkı ile rûh, akıl ve beden sıhhatini bütünüyle ihâta edip kuşatan ezelî bir dâiredir…

“Töreli Tıp” –yâhut Tıbb-ı Nebevî– diye de anılabilecek olan kadim tıbbın da, bu hikmet alanından beslendiğini söylemek gerekir… Bu, “Ve lekad âteynâ Lukmâne’l-hikmete eni’şkur li’llâh… (Andolsun, biz Lokmân’a “Allâh’a şükret!” diye hikmet verdik…)” (Lokmân / 12) âyetinde de zikredildiği üzere, kendisine hikmet verilen Lokmân’ın tıbbıdır… Bu, Asya’dan Anadolu’ya, Mısır’dan Yunan’a, Hipokrat’tan İbn Sînâ’ya, Akşemseddîn’e ve sonrakilere intikâl eden töreli tıptır…

Bu töreli tıbba göre, her insânın sıhhati kendine has mizâcıyla doğrudan alâkalıdır… Bir insânın rûhî, aklî ve bedenî yönlerine âit özelliklerin her biri, diğerlerinin sağlığı üzerinde de belirleyici ve etkileyici bir kuvvete sâhiptir; bir bakıma, insan mizâcı da, bu unsurların müşterek alanını yansıtmaktadır…

İnsâna dâir böyle töreli bir esâsın beyânı üzerine, bu kavramlarla kelimelere dâir töreli bir iştikâk denemesi binâ etmeye niyetlenmek de ayrıca mânidâr olsa gerektir… M(îm)-z(â)-c(îm) masdarından türemiş olan iki kelime etrâfında şekillenecektir, bu iştikâk denemesi:

Mezc, “birbirine katmak, karmak, karıştırmak; kıvamlı bir şeyi meydâna getirebilmek için birden fazla unsuru belirli bir nisbette –oranda, miktarda– birbirine karıştırmak, terkîb etmek; birbirine uyuşturmak” anlamındadır…

Mizâc, “tabîat, fıtrat; huy, ahlâk; tavır, davranış ve sıhhata istikâmet veren rûhî ve bedenî yaratılış husûsiyetleri; mizaç” anlamlarına gelmektedir…

Bu noktada, bu iki kelime ile aynı kökten türemiş bir fiilden bahsetmek, şüphesiz, bir ehemmiyeti hâizdir:

İmtizâc, “birbirine katışmak, terkîbe girmek; birden fazla farklı unsurun bir mürekkep şey oluşturmak üzere birbiriyle karışması; çeşitli unsurların bir potada birbiriyle uyuşması” anlamlarındadır… İmtizâc, –kendisinin– atfedildiği şeyin basit değil de mürekkep olduğuna, yâni, yalın değil de birleşik, karışık ve karmaşık olduğuna işâret eder…

Mezc, mizâc karmak, mizâc kurmaktır… Mezc, mizâc potasında mizâc yoğurmak, mizâc mayalamaktır…

Mizâc, mezc eyleminin gâyesi ve mezcin hâsılasıdır; çeşitli unsurlar, ancak mezc edilerek mizâca dönüşür… Mizâc, basît şeylerin mezcinden meydâna gelen mürekkep bir şeydir…

Hikmete dâir töreli müktesebat, kâinâtın, mahlûkâtın ve insânın mizâcı üzerine çeşitli tasnif ve tesbitlerle doludur… Burada, bunlardan başlıcalarına temâs edilmesi yeterli olacaktır:

Anâsır-ı erba‘a…

Dört temel unsur: Su, toprak, havâ, âteş… Dünyâ hayâtı bu unsurların imtizâcıyla kâimdir ve de dâim olabilir… Bu unsurların her birinin de ayrı ayrı birden fazla unsurun imtizâcından mürekkep –birleşmiş/karışmış– olduğunu söylemek gerekir…

İnsan da en hassas ve mükemmel bir takvîm –yâni kıvamlandırma– üzerine, bu dört unsurun imtizâc ettirilmesiyle yaratılmıştır… Bundan ötürü tabîîdir ki, insan türünün mizâcı da bu dört unsurun mizâc özelliklerini taşımaktadır… İnsan fertleri arasındaki müstakil ve münhasır mizâc özellikleri, onların tabîatında bu dört unsurdan hangisinin –ya da hangilerinin– diğerlerine baskın olduğuyla da alâkalıdır…

Bir insânın “su mizaçlı –mâ’î-” mı, “toprak fıtratlı –hâkî-” mı, “havâ tabîatlı –hevâ’î-” mı, yoksa “âteş huylu –âteşî-” mu olduğunun tesbîti, onun rûhî, aklî ve bedenî hastalıklarının tedâvîsi için teşhis hazırlıklarının başında gelmelidir…

Öte yandan, insanların mizâcıyla alâkalı intıbâları ifâde eden “sulu”, “havalı”, “âteşli” gibi âmiyâne tâbirlerin de aynı hakîkat alanından beslendikleri âşikârdır…

Mevâlîd-i selâse…

Anâsır-ı erba‘adan doğmuş olan üç tür: Mâdenler -meâdin-, bitkiler -nebâtât-, hayvanlar -hayvânât-… Bunların da oluşumlarında ve tabîatlarında dört unsurun imtizâcı söz konusudur…

Yeryüzünde bu türlerin üzerine en güzel kıvamda halkedilen insan, bu türlerin tamâmından izler taşır ve bu türlerden pay alır… İnsânın bedenî yapısı, hem mâdenî, hem nebâtî ve hem de hayvânî unsurlardan teşekkül etmektedir… Kezâ, insan beslenebilmesi, bedenini sıhhatle ayakta tutabilmesi ve hayâtını idâme edebilmesi için mâdenî, nebâtî ve hayvânî olmak üzere türlü gıdâlara ihtiyaç duyar; bu gıdâları da ya doğrudan, yâhut da bir öteki tür üzerinden dolaylı olarak tedârik eder… Zîrâ, hayvânî gıdâlarda hem nebâtî ve hem mâdenî, nebâtî gıdâlarda ise mâdenî gıdâlar da zâten mündemiç hâldedir…

Bir insânın mizâcı, bu gıdâ türlerinden beslenme yoğunluğuna göre, mevâlîd-i selâseden birine daha meyyal olabilmektedir… Bir pınardan çıkan sudaki mineral özellikleri ve değerleri, o suyun geçip geldiği güzergâhtaki toprak ve mâden yapısıyla yakından alâkalıdır; günlük hayâtında o sudan içen insanların bedenindeki mineral yapısı da ona göre şekillenir… Bir bölgede yaşayan insanların bedenindeki vitamin, protein, karbonhidrat değerleriyle, o bölgede yetişen otların, sebze ve meyvelerin, tahıl ve bakliyat ürünlerinin yakından alâkası bulunur… Balık cinsiyle, kanatlı cinsiyle yâhut küçükbaş veyâ büyükbaş hayvan cinsleriyle beslenen insanların bedenlerindeki hayvânî gıdâ değerleri arasında farklılıklar bulunması da gâyet tabîîdir… Ezcümle, mineral, vitamin, protein, karbonhidrat çeşitleri ve değerleri arasındaki bu farklılıklar ile –nebâtî ya da hayvânî– beslenme tercihlerinin, insanların mizâcî özellikleri üzerinde de belirleyici ve etkileyici olduğunu söylemek mümkündür…

Mevâlîd-i selâse, Türkçe’de yaygın bir şekilde kullanılan “taş kalpli adam”, “ot gibi yaşıyor”, “hayvan gibi yiyor” ve benzeri ifâdelerde belki menfî benzetmelerle tezâhür etse de, “altın gibi bir kalbi var”, “asırlık çınar misâli sapasağlam”, “çifte kumrular gibi” ve benzeri ifâdelerle de müsbet intıbâlara ayna tutmaktadır…

Ahlât-ı erba‘a…

Dört hılt; karışımdaki dört unsur: Kan, balgam, safrâ, sevdâ… İnsan bedeninin sıhhatle çalışması ve işleyişi için birbiriyle hassas denge ve ölçü içerisinde bulunması gereken dört unsur…

Töreli tıp, bu unsurlardan herhangi birinin bedendeki ölçüsünün kaçmasıyla –artmasıyla veyâ eksilmesiyle– diğerleri arasındaki dengenin de bozulacağını, dolayısıyla her birine bağlı olarak türlü hastalıkların ortaya çıkacağını kabûl etmektedir… Bu hıltlardan her birinin hâkim olduğu uzuv(lar)da, hıltın mikdârının artması yâhut eksilmesiyle çeşitli aksaklıklar, işleyiş bozuklukları, ârızalar ve hastalıklar baş gösterir; bunlar, birbirini tetikleme yoluyla bedenin bütün âzâsını sarar… Kezâ, bir bedende bu hıltlardan hangisi baskın ise, kişinin bedenî mizâcı da belli bir hastalığa daha meyyal olabilmektedir…

Ahlât-ı erba‘adan her birinin, kendine has bir mizâc üzerinde etkin ve baskın bir kuvvete sâhip olabildiğini söylemek gerekir… Bunlardan kimisi cesâreti ve yiğitliği artırırken, kimisi de aşkı ve muhabbeti çoşturur; kimisi kibri ve hırsı körüklerken, kimisi de nefsânî arzû ve şehveti kamçılar… Kimi hıltların eksikliği, korkaklığa, çekingenliğe; kimi hıltların eksikliği de içe kapanıklığa, isteksizliğe, iştahsızlığa, tembelliğe yol açabilmektedir…

Mizâc-ı adliyye…

İlâhî kudret, mahlûkâtın ve bâhusus insânın mizâcını, maddî ve mânevî çok çeşitli unsurları hassas adâlet ölçüsü ile mezcedip en mükemmel kıvâmı verene kadar karıştırarak yaratmıştır… İnsan, mizâcındaki bu adâlet dengesi korunduğu ölçüde “îtidâl sâhibi” yâhut “mûtedil” sayılır…

Mahlûkâtın ve insânın mizâcını ifsâd ederek kâinâtın nizâmını bozmaya yönelik saldırılar, mizâcı oluşturan unsurların da mizâcını ve fıtratını fesâda uğratma yoluyla yapılmaktadır… Bu meyanda, suyun, toprağın, havânın, âteşin –ısının, sıcaklığın– ifsâd edilmesi, bunlara bağlı olarak da mevâlîd-i selâse ile ahlât-ı erba‘anın fesâdına, dolayısıyla bu unsurlar cümlesinin imtizâcıyla meydâna gelen insânın –insan türünün– mizâcının bozulmasına sebebiyet verecektir…

Mizâc-ı medeniyye…

İnsânın mizâcı olur da, milletlerin ve medeniyyetlerin mizâcı olmaz mı..?

Bir milleti meydâna getiren insanlar, o insanların vatanı, o vatanın iklîmi ve benzeri unsurların imtizâcıyla bir milletin mizâcı şekillenmektedir… Bir milletin dili, dîni, târîhi, gelenekleri, hayâtını idâme şekilleri ve komşularıyla münâsebetleri ile ilmî, irfânî ve edebî müktesebâtı gibi beşerî unsurlar, o milletin mizâcını teşkîl eder…

Yakın mizâca sâhip olan milletler ise daha büyük bir potada imtizâc ederek bir “medeniyyet” meydâna getirirler… Hâsılı, bir medeniyyetin mizâcı, kendi potasında mezcedip yoğurduğu ve hattâ erittiği milletlerin mizâcî husûsiyetlerinden teşekkül eder…

Türk medeniyyetinin esas mizâcını hulâsa eden “il ve töre” yâhut “dîn ü devlet ve mülk ü millet” kalıplarının, dilden dîne, yurttan millete, nizamdan devlete birçok unsurun veciz ifâdesi olduğunu söylemek mümkündür…

Tîn âyetleri…

Mutlak hikmet ve hüküm sâhibi Allâh, sâdece insanları değil, toprağı, bitkileri ve beldeleri de en mükemmel kıvamda ve en güzel bir sûrette yaratandır:

Ve’t-tîni ve’z-zeytûn. Ve Tûrı Sînîn. Ve hâze’l-beledi’l-emîn. Lekad halakne’l-insâne fî-ahseni takvîm. Summe redednâhu esfele sâfilîn. İlle’llezîne âmenû ve ‘amilu’s-sâlihâti fe lehum ecrun ğayru memnûn. Fe mâ yukezzibuke ba‘du bi’d-dîn. Eleyse’llâhu bi-ahkemi’l-hâkimîn. (İncire, zeytine, Sînâ Dağı’na ve şu emin beldeye andolsun ki: Şüphesiz biz insânı en güzel şekilde yaratmışızdır. Sonra onu, aşağılıkların en aşağısına çevirdik –düşürdük-. Ancak, îmân edip sâlih amel işleyenler başka; onlar için devamlı bir mükâfat vardır. O hâlde, sana dîni yalanlatacak olan nedir –kimdir-? Allâh, hâkimlerin en hâkimi –en hikmetlisi– değil midir?)” (Tîn / 1-8)…

Bu âyetlerin verdiği ilhamla denilebilir ki: Bir insânın ve milletin mizâcı, yediğine, içtiğine, yaşadığı beldeye, dînine, îmânına, ameline ve yaşayışına göre kıvam ve şekil kazanmaktadır… Fıtratına aykırı işler yaparak mizâcını korumayan insanlar, –varlık tabakaları muvâcehesinde– önce hayvanlar, sonra bitkiler, en sonunda da mâdenler derekesine düşerler; hattâ daha da aşağılaşırlar…

Ve âmentü…

Ahsen-i takvîm üzere yaratılan insan, eşref-i mahlûkât vasfını da hâiz demektir… Bu, ancak Allâh’ın bir lûtfudur… Bu hikmeti töreli yolla babasından işiten İsmet Özel, fıtrî mizâcının peşinde bir alınyazısı mâcerâsının ardından bihakkın kavrayarak îmân etmiş gözükmektedir:

İnsan

eşref-i mahlûkattır, derdi babam

bu sözün sözler içinde bir yeri vardı

Hayat

dört şeyle kaimdir, derdi babam

su ve ateş ve toprak.

Ve rüzgâr.

Ona kendimi sonradan ben ekledim

pişirilmiş çamurun zifirî korkusunu

ham yüreğin pütürlerini geçtim

gövdemi âlemlere zerkederek

varoldum kayrasıyla Varedenin

eşref-i mahlûkat

nedir bildim…

***

Hâsıl-ı kelâm ve hulâsa-yı merâm…

İnsânın sâhip olması gereken hikmetlerin başında, hiç şüphesiz, mizâcın da mizâcını mezceden, kâinâtı, mahlûkâtı ve insânı o mizâcın esrârıyla yaratan Allâh’ı tanıyıp bilmesi, yaşadığı müddetçe kulluk şuûrunu korumasıdır…

Kişinin sâhip olabileceği en kıymetli hikmetlerden birisi de, şeylerin hakîkî mâhiyetini ve mizâcını bilebilmesi, ancak o irfân ışığında onları bir potada terkîbe alıp mezcetmesidir… Zîrâ, fıtraten ve mizâcen imtizâcı mümkün ve muhtemel olmayan şeyleri bir potada mezcederek yoğurmaya çalışmak, ancak fâsit ve beyhûde bir ameliyedir…

Kişi, kendisinin rûh, akıl ve beden mizâcını çok iyi tanımalı; mizâcına uygun bir iklimde ve bir beldede yaşamalı, mizâcına uygun bir meslekte çalışmalı, mizâcına uygun gıdâlarla beslenmeli, mizâcına uygun elbiseler giymeli, mizâcına uygun insanlarla dostluk ve komşuluk kurmalı, mizâcına uygun kişilerle sohbet etmeli, mizâcına uygun kitaplar okumalı, mizâcına uygun yerlere seyâhat etmelidir… Bu özlük bilgisi, bir insânın, kendi kişiliğine dâir sâhip olabileceği en mühim hikmettir; kişi, ancak bu hikmet ışığında sahih ve sağlıklı bir hayat sürebilir…

Mevlâ, mizâcımızı istikâmette kâim, selâmette dâim eylesin… Mevlâ, fıtrat ve mizâcımıza saldıranların şerr ü fesâdından cümlemizi muhâfaza eylesin… Mevlâ, cümlemizi, mizâcımızda imtizâc etmiş hâlde bulunan hüsn ile şerefi hakkıyla idrâk edenlerden eylesin… Âmîn…

Hidâyet ve letâfetle olalım…

Abdülkadir Dağlar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu