
Efendim, malûmunuz olduğu üzere, Hz. Âdem atamız, “İlk yaratılan insan ve ilk peygamber”dir. Esasında Töreli şiirin üstadlarının Yûnus Emre ve Süleyman Çelebi’mize bakılırsa Hz. Âdem, tabiki Rabbimizin indinde âdemden de ötedir:
“Cennette buğday yiyen gaflet gömleğin giyen
Dünyâsını terk eden Âdem peygamber yatır” (Yûnus Emre).
“Hak Teâla çün yarattı Âdem’i
Kıldı âdemle müzeyyen âlemi” (Süleyman Çelebi).
Bu bağlamda sözlüğümüz Kubbealtı’nda âdemin bir diğer mânâsı “İnsan, beşer”dir. Yine Kaygusuz Abdal’ımız bu Hz. Âdem’den âdeme giden süreci de Töreli edebî dairede çok güzel ifade eder:
“Bu âdem dedikleri
El ayakla baş değil
Âdem mânâya derler
Sûret ile kaş değil”
Son tahlilde lügatte âdemin hakîkî mânâsı ise “mec. İnsanlık niteliklerine sâhip olan olgun kimse”dir. Nitekim Ziyâ Paşa da bendlerinde bu hususu elbette yine Töreli edebî dairede güzelce ortaya koyar:
“Âdem olan âlemi yeksan görür.
Âdem ona derler ki garazdan ola sâlim
Nefsinde dahi eyleye icrâ-yı adâlet”
Sözlükte âdem kelimesinin Arapçaya İbraniceden geçtiği belirtilmektedir. İslâm Ansiklopedisi’nde Süleyman Hayri Bolay’ın “Âdem” maddesinde ise kelimenin “menşe ve iştikakı tartışmalı” olduğu belirtilerek ilk olarak bize şu ihtimaller aktarılır:
“Kelimenin Sumer dilindeki adamu (babam), Âsur-Bâbil dilindeki adamu (yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konmuş; çocuk, genç) veya Sâbiî dilindeki adam (kul) kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür (bk. L. Pirot, DBS, I, 87). Bazıları, Âdem kırmızı topraktan (adamah) yaratıldığı için ona, ‘kırmızı’ mânasına gelen Adam adının verildiğini ileri sürmüşlerse de bu görüş ilgi görmemiştir (bk. L. Pirot, a.g.e., I, 87). Diğer taraftan, Tekvîn’deki (2/7) ‘Yerin toprağından (adamah) insanı (adam) yarattı’ ifadesinden dolayı, âdem kelimesinin toprakla bağlantısı olduğu da söylenmiştir (bk. B. S. Childs, IDB, I, 42). Adam, İbrânîce’de insan türü için kullanılan müşterek bir isimdir. Ahd-i Atîk’te bu kelime, insan ve insan türü anlamında 500’den çok yerde, nâdiren de özel isim olarak ilk insan için kullanılmıştır (bk. B. S. Childs, a.g.e., I, 42). Tekvîn’in ilk beş babında kelime hem özel isim olarak (5/1-5), hem de ‘insan türü’ (1/26-28) ve ‘ilk insan’ (2/4; 4/26) mânalarında kullanılmıştır. Çağdaş yorumcular, kelimenin Tekvîn’e (4/25) kadar ‘insan türü’ anlamında kullanıldığı kanaatindedirler.”
“Âdem kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında da tartışılmıştır.” Yine Bolay’ın buna dair izahatı da şöyledir:
“Dilcilerin çoğu bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu, ‘esmerlik’ anlamına gelen el-üdme (الأدمة) veya “tip, örnek” anlamındaki el-edeme kökünden türetildiğini savunurlar. Başka bir görüşe göre, “bir şeyin dış yüzü” (daha çok edîmetü’l-arz şeklinde “yeryüzü”) anlamına gelen el-edîme kelimesinden türetilmiştir. Nitekim genellikle sahih kabul edilen bir rivayete göre Allah, Âdem’i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem’in nesli değişik karakterler taşır (bk. Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16; Tirmizî, “Tefsîr”, 2/1; Müsned, IV, 400, 406). Âdem kelimesinin “insicam, ülfet” anlamına gelen el-üdm veya el-üdmeden türetilmiş olabileceği de söylenmiştir. Kökünün Arapça olduğunu iddia edenlere göre kelimenin aslı e’dem şeklinde iki hemzeli olmakla birlikte, morfolojik kural ve fonetik zaruretler uyarınca, ikinci hemze elife çevrilerek âdem şeklini almıştır. Âdem kelimesinin Arapça’ya Süryânîce veya Ârâmîce’den geçtiğini savunanlar da olmuştur. Nitekim Zemahşerî, Arap dilcilerinin Ya‘kūb, İdrîs, İblîs vb. isimlerde yaptıkları gibi âdem ismini de el-üdme veya edîmü’l-arzdan türetmek istediklerini, ancak bu kelimenin kesinlikle yabancı bir isim olduğunu belirtmektedir (bk. Keşşâf, I, 272).”
Bu bağlamda, Bolay’ın en başta belirttiği kelimenin “menşe ve iştikakı tartışmalı” oluşuna da dayanarak âdemin aslında ademe, yani “Var olmama, bulunmama, fıkdan; Hiçlik, yokluk; mec. Ölüm; tasavvuf. Yokluk” mânâlarına bir nisbet teşkil ettiği rahatlıkla ifade edilebilir.
Peki, teknik zeminde, yani filoloji biliminin morfolojik ve semantik temelde bir neticeye varamadığı; çünkü varamayacağı bu hakikatin menşei ne ola ki?
Aslında Bolay, maddesinde açıkça belirtmese de bunun menşei, “yahudi telakkisi”dir. Zira “yahudi telakkisine göre, isim ile o ismin verildiği varlık arasında doğrudan bir alâka vardır ve bir varlığın adını bilmek, onu iyice tanımak ve onun üzerinde etkili olmak demektir (bk. NDB, s. 532).”
Bizde, yani Müslüman telakkisinde ise durum bu teknik telakkinin de ötesinde sadece hakîkî bir niteliği haizdir. Bunda ise “Hz. Âdem ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılması (bk. el-İsrâ 17/70) temelinde Allah’ın onlara verdiği bilgi gücü” yatar. “Nitekim Kur’an’da meleklerin, insanoğlunu ‘yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken’ varlık olarak nitelendirmeleri üzerine Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra bunları meleklere sorduğu, onlar bilemeyince Âdem’e, ‘Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir!’ dediği ve Âdem’in isimleri onlara bildirdiği açıklanmıştır (bk. el-Bakara 2/30-33). Tefsirlerde genellikle, bu âyetlerdeki ‘isimler’in kavram bilgisi olduğu ve meleklerin bilmedikleri şeyler hakkında Hz. Âdem’in bilgili kılındığı, böylece onun ilimde meleklerden daha üstün nitelikte yaratıldığı yine bu âyetlerde belirtilmektedir. Söz konusu âyetlerin birinde, ‘Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti’ denilerek Âdem’in bilgisinin genişliğine işaret edilmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak meleklerin bile Âdem’e secde etmesini gerektirdiğine göre, insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki birçok varlığa ve güçlere hâkim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.”
Bu bağlamda bizim telakkimizde Hz. Âdem bütün isimleri bilmekle birlikte kendi isminin bilgisi (hikmeti) ise görüldüğü kadarıyla sadece Rabbimizin indindedir. İşte tam bu noktada “âdem”, murad-ı ilâhîye, yani ademe açılır; açıkçası bu murada bir basamak teşkil eder. Bize de sadece başta Hz. Âdem Aleyhisselam olmak üzere tüm peygamberlere iman etmek düşer. Yoksa, bir “isim ile o ismin verildiği varlık arasında doğrudan bir alâka” kurmak ve dahası “bir varlığın adını bilmek, onu iyice tanımak ve onun üzerinde etkili olmak” yahudiye ait bir telakkidir. Bu telakkinin bizde neden geçerli olduğuna gelecek olursak, dilimize dair Dilâçarların âçtığı dil kurum ve anlayışlarına bakmamız yeterli olur!
“A. Dilaçar, İstanbul doğumludur. İlk ve orta öğrenimini misyonerlerin açtığı Amerikan okulunda gören A. Dilaçar, yüksek öğrenimini İstanbul Robert College’de tamamlamış, bu dönemde Tevfik Fikret’in öğrencisi olmuştur. Türk dilinin çeşitli konularında verdiği eserleriyle tanınmış olan A. Dilaçar, Atatürk döneminde dil ve imla kurullarında ve daha sonra Türk Ansiklopedisi’nin yayımlanmasında görev almış, bir süre Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde dil bilimi dersleri vermiş, ölünceye kadar Türk Dil Kurumunda çalışmış, Türklük bilimi uzmanıdır.” Hiç şüphesiz bu kurum bünyesinde pek çok çalışma yapmış ve pek çok çalışmaya da öncülük etmiştir. Fakat doğrudan bizim Töre’mizden beslenmeyen bir Türklük bilimi uzmanından elbette Töreli olması, asıl en ehemmiyetlisi ise Töreli lisan dairesinde bir hikmet ve hakikat üretmesi veya aşikâr etmesi asla beklenemez. Nitekim üretmemiş; hatta tıpkı yahudi telakkisinde görüleceği üzere lisanda tamamen türedi bir tellakkinin temelleri atılmıştır.
Dolayısıyla bizim inancımıza göre, yukarıdaki tüm izahatlardan da anlaşılacağı üzere, âdemden sadece ademe, yani O’na (C.C.) gidilir. Elbette başka yerlere gitmeyi arzulayanlara bir sözümüz yoktur. Yolları açık olsun!