
Meydan
Cahit Zarifoğlu “Yaşamak” ismini verdiği günlüğündeki hatıralarının birinde İstanbul Eminönü’nde bulunan Yeni Cami avlusuna girişini şu muhteşem cümlelerle tasvir ediyor:
“Yeni Cami. Bir zamanlar daha derin anlaşılsın diye denize açılan merdivenlerini çıkarken, apaçık, elimle dokunduğum gözlerimle görüyorum ki yerimde duruyor, elimle dokunabiliyorum, yapıldığı gibi duruyor, bunu idrak ediyorum. Ve geçen zamanlar on yıllar yirmi yıllar kırk yıllar seksen yıllar prese edilmiş gibi ufalanıyor putlarıyla anılarıyla işgalleriyle teslimleriyle ve bütün yaşadıklarımızla kaybolup gidiyor. Büyük kapıdan girerken onu, duvarın dibine buruşturularak atılmış bir kâğıt parçası şeklinde gördüm. Burası müthiştir. Daha ilk adımda, alandaki keşmekeş kalabalık, arabalar, kornalar geride kalıverir. Bunların içeriye rağbeti yoktur. Ve bir kuvvet bunları her çeşit amacı ve anlamı ile alıp yerin dibine geçirir, artık duymazsın.”
Belki farkına varmış ya da varmamışızdır fakat Zarifoğlu’nun yaşadığı bu duyguları böyle ecdat yadigârı bir cami avlusunu adımlarken mutlaka hissetmişizdir. Avluya adım atar atmaz dünyaya ve dünyalığa dair her şey geride kalıvermiştir. Şemsiyemizi ya da ayakkabımızı bırakır gibi bırakmışızdır dünyayı ve dünyalık endişeleri bir kenara. Dünyevî olandan uhrevî olana bir nurlu kapı açılır ardına kadar. Telaşlarımız, dünyaya dair kaygılarımız bir saman alevi oluverir daha ilk adımda. Daha ilk adımda attığımız besmele ile. “Allahümmeftah lenâ ebvâbe hikmetike venşur aleynâ hazâine rahmetike yâ Zelcelâli vel ikrâm (Ey Allah’ım! Sen bize hikmet kapılarını aç. Sen rahmetinin hazinelerini üzerimize saç ey celal ve ikram sahibi)” duası ile gireriz caminin o ihtişamlı kapısından, boynumuz bükük. Huzurla dolarız. Caminin o ihtişâmı ile bize Allah’ın karşısındaki acziyet ve muhtaçlığımızı haykırır. Fakat bu büyüklük öyle kulelerin, gökdelenlerin benliğimizi küçülttüğü, küçümsediği bir şey de değildir. Merhametle bezenmiş bir kucaklaşmadır bu.
Avluya adım atar atmaz o muhteşem şadırvanlara henüz dalıp gitmişken başınızı sanki bir el çenenizden tutar gibi yukarılara; kubbelere ve minarelere kaldırmışsınız, içimizden mırıldanarak Allah Allah diyerek hayretimizi dile getirmişizdir.
Yazının bu kısmında Zarifoğlu’nun yukarıya alıntıladığım satırlarının bana çağrıştırdığı iki mekâna sizleri götüreceğim. Cami avlusundan çıkıp geniş iki meydana götüreceğim sizleri. Ve bu satırların ilk defa cami avlusunu aştığı, İslam şehirlerinin o meydanlarına da şamil olabileceğini sizin de hissedeceğinizi düşünerek.
İlki, kadim İslam şehri Üsküp…
Ramazan görevi için İstanbul’dan sonra ilk durağımız Üsküp. Kadim bir Türk şehri içerisinden cami, han ve hamamların arasından usul usul Fatih Sultan Mehmed Köprüsü üzerinden Hristiyanların yoğun yaşadığı ve kasvetli binaları ve insanı küçülten heykelleri ile köprü üzerinden adımlamaya başladık. İnsanla barışık, onu bağrına basan bir yerden, insanı ezen, ruhuna kasvet yükleyen bir yere geçiyorduk. Bir müddet yürüdük ve hemen hemen birbirinin kopyası sağlı sollu kafeler eşliğinde biraz yürüdük ki arkadaşlarla “Yeter bu kadar” diyerek geri döndük. Geri dönüşte Sultan Mehmed köprüsünü geçer geçmez adım attığımda o geniş meydana çıktık. Tam da orada Zarifoğlu’nun yaşadığı duyguları yaşadım ve yazdığı o satırlar geldi hemen aklıma. Kilisenin o rutubetli havasından sıyrılıp Yeni Cami’nin avlusuna adım atmış gibi bir ferahlık vardı içimde. Cennete adım atmış gibi bir itminan içerisindeydik. Murad Paşa Camii karşısındaki çay ocağında, cami avlu duvarına bitişik çeşmeden akan su sesi eşliğinde çaylarımızı yudumlarken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın; “Cetlerimiz inşâ etmiyorlar, ibâdet ediyorlardı.” cümlesi geldi aklıma.
Bana Zarifoğlu ile aynı duyguları yaşatan ikinci mekân ise Manastır şehriydi…
Manastır’a ikinci gidişimizde arkadaşlar, Hacı Mahmud Bey Camii’nde görevli arkadaşın yanına ikindi namazı için gittiler. Bense daha önce orada namaz kıldığım için en azından hiç namaz kılmadığım İshakiye Camii’nde namaz kılmak istediğimi söyledim ve onlardan ayrıldım. Namaza yirmi dakika vardı. İnsanların oluk oluk bir boğaza doğru aktıklarını ve oradan bulunduğum geniş meydana yayıldıklarını gördüm ve o tarafa doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Uzun ve geniş sayılabilecek, Hamidiye caddesine doğru yürümeye başladım. Bana burası Taksim İstiklal Caddesi’ni anımsattı. Üsküp’te Fatih Sultan Mehmed Köprüsü’nü ve Türk çarşısını arkamda bıraktığımda ne ile karşılaştıysam aşağı yukarı burada da tablo aynıydı. Keşmekeş. Bir müddet yürüdüm ve namaz vakti yaklaştığı için geri dönmeye karar verdim. Caddeye girdiğim o geniş alana vardığımda solumda mahzun Saat Kulesi (üzerine haç dikilmiş durumda- Ertuğrul Karakuş hocamızın çalışmaları ile saat kulesine ait Yesarizâde tarafından yazılan kitâbe Haydar Kadı Camii avlusunda sergilenmektedir), sağımda yine mahzun Kadı Mahmud Efendi (Yeni) Camii (günümüzde müze olarak işlev görmekte), karşımda ise TİKA tarafından restore edilen İshakiye Camii karşıladı beni. Birkaç saniye durdum ve bana yeniden Zarifoğlu’nun yaşadığı duyguları yaşatan bu meydana ve kadim Türk şehrine dalıp gittim. Bu duygu yoğunluğu içerisinde okunan ezanlar ile birlikte İshakiye Camii’ne yürümeye başladım. Namaz sonrası camileri, hanları, hamamları ile kadim birer Türk şehri miras bırakan ecdada ve bu ecdadın torunları olarak bu eserlere sahip çıkan devletimize dualar ettim.
Mustafa Yakışır