
Basar ~ Basîret ~ Tabsıra Kelimelerine Dâir
-Töreli İştikâk -15-
Bir beşer olarak insânı mefhumların ve kelimelerin “hakîkat alanı”na taşımayı şiâr edinmiş, ilmî ve irfânî bir ameliyedir, töreli iştikâk… Kadim, fıtrî ve töreli her kavrama, her eyleme âit kelimeler, hakîkî birer izlek olarak tâkîb edildiklerinde izcisini hakîkat alanına ulaştırırlar… Bu yazı çerçevesinde ise göz–görme–görüş arasındaki alâkalar izleğinde dilin hakîkat alanına doğru bir seyrüsefer denemesi yapılacaktır…
Görmek, gözün bir eylemidir… Ancak aşağıda da görüleceği üzere, “görme, görüş” anlamlarında kelimeler türeten b(e)-s(a)-r(a) üçlü kökü hem basar olarak beden, baş, ten gözünün hem de basîret ve tabsıra olarak kalb, gönül, can gözünün açık, berrak görüşüyle alâkalıdır…
Basar, “baş gözü; görme; somut görme; beden, baş ya da ten gözünün görmesi” anlamlarına gelmektedir… Basar, aynı zamanda “Allâh’ın sübûtî sıfatlarından biri”dir…
Basîret, “kalb gözü; görme, görüş; soyut görüş; kalb, gönül ya da can gözünün görmesi” anlamlarını karşılamaktadır…
Tabsıra, “gönül gözünün görmesi; gönül gözüne görüş kâbiliyeti kazandıran şey” demektir… Tabsıra, kimi yerlerde “ayna” anlamına gelecek şekilde de kullanılmaktadır…
Bu kökten türeyip türevlenen başka kelimeler de var: Basîr, Bâsır, Bâsıra…
Basîr, “el-Basîr; mutlak gören, mutlak görüş sâhibi; âlem-i gayb ve âlem-i şehâdette ne varsa her şeyi gören Allâh” anlamında Esmâ-yı Hüsnâ’dan bir ism-i ilâhîdir…
Bâsır, “gören, görüş sâhibi kişi” demektir…
Bâsıra, “görme kuvveti, görme kâbiliyeti, görme keyfiyeti” anlamına gelmektedir…
Basar, görme hissi ve husûsiyeti sağlaması için hayvan ya da insan bedenine el-Basîr, yânî Basîr olan Allâh tarafından bahşedilen beden ya da baş gözüdür… Basar, el-Basîr’in beden ya da baş gözüne bahşettiği bâsıra, yânî görme hâsse ve hâssası, görme kuvvet ve kâbiliyetidir…
Basîret, beden ya da baş gözüne, yânî basara hakîkî görme husûsiyetini sağlayan kalb gözüdür, kalbî görüş kuvvetidir… Basîret, el-Basîr’in, kalb ya da gönüle ihsân etmiş olduğu hakîkî göz, hakîkî görme ve görüş kâbiliyetidir… Basîret, somut şeylerin dayandığı soyut yapıyı, maddî gerçeklerin arkasındaki mânevî hakîkatı görme ve görüş keyfiyetidir…
Basîret, el-Basîr’in ilâhî görüş keyfiyetinin insan ölçeğindeki tecellîsidir… Gönül, Allâh’ın insandaki tecellîgâhıdır; bir gönül, el-Basîr’i tecellî ettirdiği nisbette basîretli, basîret sâhibi olabilir… Ezcümle, basîretli gönül gözünden bakıp gören de el-Basîr, yânî Allâh’tır, denilebilir…
Basar, yânî beden ya da ten gözüyle görme “hakîkat” olarak kabul görürken basîret, yânî kalb, gönül ya da can gözüyle görme, görüş “mecaz” sayılmaktadır… Hâlbuki basarın basîretle; basîretin ise ancak –mecâzî bir ayna kabul edilen– kalb, gönül, can gözünün açılmasıyla kazanılabileceği, umûmî bir kabuldür…
Şöyle daha da genelleştirilerek ifâde edilecek olursa:
Görme, işitme, koklama, tatma gibi bedenî duyuların kâmil mânâda tahakkuk edebilmesi, öncelikle onların gönül gözüyle (çeşm-i dil), can kulağıyla (gûş-ı cân / sem‘-i cenân), can burnuyla (meşâmm-ı cân), gönül diliyle (lisân-ı kalb / zebân-ı dil / mezâk-ı cân) duyulur olmasına bağlı sayılmaktadır…
“Hatema’llâhu ‘alâ-kulûbihim ve ‘alâ-sem‘ihim ve ‘alâ-ebsârihim ğışâveh. (Allâh, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözleri önünde de kalın bir perde vardır.)” (Bakara / 7) âyetinde tam da bu duruma işâret edilmektedir… Yânî, kalbin –ya da gönlün– gözü, kulağı, burnu, dili mühürlenmişse bedenin gözü hakîkatı göremez, kulağı hakîkatı işitemez, burnu hakîkî kokuları alamaz, dili de hakîkî zevk ve lezzetleri tadamaz…
Basar, bedenî-hayvânî bir görmedir; basîret ise, kalbî-insânî görüştür… Basar, zâhirî-bîrûnî yapıyı görür; basîret ise, bu yapının önündeki perdeyi keşfederek bâtınî-derûnî tabakayı görür… Basar, hâdiseyi görür; basîret ise, hâdisenin sebepleri ve sonuçlarını da görmeye çalışır… Basar, amelî olana taalluk eder; basîret ise, amelin niyetiyle birlikte cezâ ya da mükâfâtını da görmeyi, öngörmeyi mühimser… Basar, bir eyleme dikkat kesilir; basîret ise, o eylemin önü ya da öncesinden sonu ya da sonrasını da kestirir…
Tabsıra, işin hakîkî mâhiyetini gören gönül gözü, gönül aynasıdır… Tabsıra, basardan ziyâde basîret aynasıdır… Tabsıra, bir keyfiyet ya da niteliktir ki insanda olur, insânî görüş husûsiyetidir… Tabsıra, bir öngörü aynasıdır… Tabsıra, –teşbîhi câizse– arkayı, arkadan geleni, geçmişi gören bir dikiz aynasıdır… Tabsıra, “Tabsıraten ve zikrâ li-kulli ‘abdin munîb. (Bunlar, Allâh’a kalbden yönelen her kulun gönül gözünü açmak, ona öğüt ve ibret vermek içindir.)” (Kâf / 8) âyetinde işâret edilen ders ve hisse aynasıdır…
Basîretiyle millî irfânın tabsırası olmuş bir ârif, latîfeleriyle halkı hakîkata yönlendiren bir hakîm ve hâdiseleri tersinden görmeyi öğretip gösteren büyük bir bilge olan Nasreddîn Hoca’nın –hakîkat alanı meselesini îzah sadedinde Erhan Çapraz kardeşimin de sıklıkla anlattığı– meşhur bir latîfesini bu noktada hâtırlamak, meseleyi yorumlama gayretlerimize de ışık tutacaktır:
Nasreddîn Hoca, eşeğinin üzerinde -gidiş istikâmetinin- tersine oturup giderken halkla arasında şöyle bir muhâvere geçer:
– Hocam, niçin eşeğe ters biniyorsun..?
– Arkadan gelen düşmanları görebilmek için…
– Hocam, ya düşmanlar karşıdan gelecek olursa..?
– Karşıdan gelen düşmanları eşek de görür…
Bu latîfeden murâd edilen hisse –Allâhu a‘lem– şöyledir:
Karşı, “ön, dış, zâhir; ileri, gelecek, ikbâl”; arka ise, “son, iç, bâtın; geri, geçmiş, idbâr” anlamlarına gelmektedir… Bununla birlikte, arka kelimesi ile –zaman çizgisi üzerinde– “geçmişten arda kalan, geçmişin arkasından gelen gelecek” anlamı da kastedilmektedir… Eşekten murâd “bedenî-hayvânî baş gözü, basar”, Nasreddîn Hoca’dan murâd ise “kalbî-insânî gönül gözü, basîret ve tabsıra”dır…
Hayvan basar ile görür; insânı hayvandan ayıran görüş ise basîrettir… Hayvânî basar, somut olanı görür; insânî basîret ise, somutla birlikte soyut olanı da görür… Hayvânî basar, zâhir olanı görür; insânî basîret ise, bâtının da görülüp hesâba katılması gerektiğini kabûl eder… Hayvânî basar, âna ya da güne bakar, ânı ya da günü görür; insânî basîret ise, öne-önceye, sona-sonraya, geçmişe-geleceğe bakar, bunları görmeye ya da öngörmeye çalışır… Hayvânî basar, iyi bir geleceğe yönelir, ikbâl güzelliklerine kavuşmanın hesâbını yapar; insânî basîret ise, –ikbâlin yanında– kötü bir geleceği de öngörmeye çalışır, –ikbâl güzelliklerinin yanında– idbâr tehlikelerini de öngörmeye, hesâba katmaya gayret eder…
Artık denilebilir ki…
Basar, “akl-ı me‘âş”ın gözü ve görmesidir; basîret ise, ”akl-ı me‘âd”ın gözü, görmesi ve görüşüdür… Basar, ancak anlık-günlük geçim sağlayabilmek için yapılan bir görme eylemidir; basîret ise, önceden ve öncekilerin kıssalarından alınan hisse âteşi ile sonraya ve sonrakilere ışık tutabilmek için yapılan bir görme ve görüş eylemidir…
İnsâna yakışan, basar ile yetinmemek, kendisine bahşedilen basîret ve tabsıra aynası sâyesinde geliş-dönüş-gidiş çizgisi üzerindeki oluş-bozuluş evreninde, eşyânın ve havâdisin hakîkî mâhiyetlerini görmeye ve hattâ göstermeye gayret etmektir… İnsâna yakışan, gönül aynası sayılan tabsırasını iyice cilâlayıp sâf kılarak el-Basîr’i tecellî ettirmeye, böylece basîretini en üst seviyeye getirmeye çalışmaktır…
Hâtimede bir duâmız bulunsun:
Yâ Rabbî..!
Sen Basîr’sin… Basarımıza basîret ver… Basîretimize kuvvet bahş eyle… Gönül tabsıramızı tecellî nûrun ile musaffâ kıl… Âmîn..!
Basîr’in basarı ve basîreti beden ve gönül gözlerimizin nûru olsun…
Selâmet ve letâfetle…
Abdülkadir Dağlar