
İki asırdır pozitivizm, materyalizm ve kültürel emperyalizm eliyle Müslüman coğrafyanın çocuklarının algıları değiştirilmek, özgüvenleri yıkılmak için çok geniş çaplı bir ifsâd harekâtı düzenlenmektedir.
Bu harekâtta büyük oranda başarılı olunmuş, fakat zor da olsa o fıtri, bütüncül, küllî yapıyı muhafaza edebilen, kendini koruyabilen temiz bir maya kalmıştır. O temiz maya tekrar bu toplumu mayalayabilecek nitelik ve meziyettedir evelallâh.
Bu mayanın tam ve verimli olarak dönüştürücü etkilerini, ileride, mayanın daha da güçlenmesi ile göreceğimize inanıyorum. Az bir vakit daha lâzım. İnancımızı, töremizi, geçmişimizi, atamızı hor ve hakir görmeyi bıraktığımız zaman bizi biz yapan bu kıymetleri, bu değerleri daha yakından incelemek için hem görgümüz hem de iştiyâkımız eskiye kıyasla artacaktır.
Kendi değerleri ile tekrar buluşan İslâm âlemi, bu değerlerin üzerinde yeniden neşvünemâ bulacak, medeniyet sancağını arşa yükseltebilecektir. Bu ulvî yürüyüşün ilk aşaması, birbirinden kopartılmak suretiyle tahrifâtın başlangıcı olan ubûdiyet ve muâmelâtı yeniden birleştirmek ve kaynaştırmaktan geçmektedir.
Bu kaynaşmanın müspet neticesi olarak, kendini hor ve hâkir gösteren, aklını, gönlünü ve vicdanını müfsîd akımların tasallut ve taarruzundan kurtarmayı başaran Müslüman genç, törenin yitik parçalarının keşfine ve yeniden tanzim ve tâlimine girişerek kayıp zamanların halline ve telâfisine koyulacaktır.
Çünkü, bugün İslâm âleminin içine düştüğü buhranının temeli, Allâh’ın hakkı veçhesine bakan ubûdiyet ile kulların hakkı veçhesine bakan muâmelâtın birbirinden ayrılması, muâmelâtın yok sayılmasıdır. Oysa bu ikisi bir bütün olduğu zaman nizâm verici özelliği hayat bulmaktadır. Bir diğerini yek diğeri beslemektedir.
Biz bu birlikteliği ve bu birlikteliğin başarısını târihte görüyoruz. Ahî zaviyelerindeki eğitim sisteminde iktisât, ticâret, zanaat ve esnaflığa dâir bilgiler yani muâmelâta dâir bilgililer öğretilirken ibâdetler de öğretilmekte ve yapılmaktaydı. Tam olarak ubûdiyet ve muâmelât birlikteliği…
O yüzden ilk önce kayıp parça olan muâmelât yeniden hatırlanmalı ve hatırlatılmalı, ubûdiyet ile kaynaştırmanın yolları aranmalıdır. Bu ikisini bir arada, ayrılmaz, küllî bir ölçü sistemi olarak tasavvur edip kuşandığımızda beklenen müspet dönüşüm çok daha süratli olacaktır.
Zaten bugün bu yazıların kaynağı da bu beslenmedir. Post-modern çağda Müslüman kalabilme, inancını ve değerlerini idâme ettirebilme kaygısı güden bir ruhun gündelik hayatını veya toplumsal yaşantısını rızâya uygun yaşama gayreti… Ubûdiyet neşvesini yaşama da tahvil etme çabası…
Önce düşünce boyutunda kendini bulma, özünü anlama. Sonra bu öze uygun töreli bir yaşam…Bence merhum güzel adam Rasim Özdenören abi de önce “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler”i sonrasında“Müslümanca Yaşamak” adlı eserini neşrederek bu sıraya riayetin önemine vurgu yapıyordu.
Bu doğrultuda son iki asırda muâmelâta dair yazılmış olan fıkıh kitapları incelendiğinde, türedi kanunlar veya Batı merkezli yasalar ile Müslümanın inancı arasında bir uzlaşma sağlama çabası, en azından bir uzlaşma noktası arayışı dikkat çekmektedir.
Bu eserlerin çoğunda, Allâh’ın hayatın her alanında kural koyucu ve düzenleyici yetkisi doğrultusunda toplumsal nizâmı İslâm’a göre düzenleme kaygısı olsa da, içinden geçtiğimiz bu zamanlarda yani ifsâd edilmiş ortamda, Müslüman’ın içinde bulunduğu dezavantajlı durumu ruhsatlar ve zarûret hali ile aşma ve onu mağdur etmeme kaygısı da beraberinde görülmektedir.
Yani ruhsatların çerçevesinin genişletilmesi, fetvâların zarûret halleri ile esnetilmesi gibi durumlar…
Bu durum, yukarıda saydığımız tarihsel sürecin menfî neticesidir maalesef. Çünkü gerek gündelik hayatta bir şahsiyet olarak Müslüman’ın ya da ilim adamı olarak İslam hukukçusunun günün şartlarından ve ortamından kendisini tam olarak tecrit edebilmesi, yok sayabilmesi, bu ortam ve şartlardan etkilenmemesi çoğu zaman kolay değildir.
Rasim abi yine Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’inde bu durumu şöyle ifade ediyor: “Batı uygarlığını teorik olarak reddetmek, eğer aynı uygarlığın davranış kalıplarını günlük hayatımızda uyguluyorsak, pratikte fazla bir anlam taşımayacaktır. Çünkü davranış kalıplarımız ve gündelik hayatımızda uyguladığımız tüketim alışkanlıklarımız bizi, istemesek de aynı uygarlık dairesi içine itmeye yetecektir [1, s. 24]).”
Ahmet Tabakoğlu Hoca da İslam İktisadına Giriş adlı kaynak eserinin 2008 yılında yayınlanan ikinci baskısının ön sözünde bu duruma ironik bir şekilde vurgu yapmaktadır. 1970’li yıllarda Müslüman gençlerin önce Türkiye’yi hatta dünyayı kurtarma konusundaki hevesinin bir tezahürü olarak İslam iktisadı çalışmalarının popüler olmasına rağmen günümüzde ise “Türkiye ve hatta dünya “kurtulduğu” için “İslam iktisadı” da eski cazibesini kaybetmiş ve yerini büyük ölçüde “İslâm kapitalizmi” ne bırakmıştır[2, ss. 6-7].” diyor.
Hoca devamında, oysa gerçekte, önümüzde hâlâ gelir dağılımı adaletsizliği, bireysel veya ülkeler anlamında zengin ve fakir arasındaki uçurumun daha da artması veya buna benzer dağ gibi konular İslâm iktisadının temel meseleleri olmayı beklemektedir, diyerek İslâm iktisâdı çalışmalarında veya bu dertle dertlenenlerin ekseriyetinde yaşanan eksen kaymasına da muhtemelen gönderme yapıyor.
Burada Tabakoğlu hocanın kullanmış olduğu “İslâm kapitalizmi” kavramı dikkate şâyandır. Okuyucular tarafından bu kullanıma, la ahlâkî olan kapitalizm kavramı ile tepeden tırnağa güzel ahlâk olan ve güzel ahlâkı tavsiye eden İslâm nasıl yan yana gelebilir diye haklı bir itiraz yükseltilebilir.
Sanırım hoca burada, okyanusu geçmek için yola çıkıp da derede boğulanlara gönderme yapıyor. Bu kişilerin özellikle kapitalizmin dinamosu dolarizasyona nasıl bilinçsizce su taşıdıklarından ve kapitalistleştiklerinden dem vuruyor olabilir.
Gelirlerinin azalacağı ya da kârlarının düşeceği endişesiyle, Müslümanlarla harp edenlerle, zulmedenlerle ticareti kesmeyen, dolar kuru üzerinden hac ve umre organizasyonları düzenlemekten vazgeçemeyen tüccar örneklerinde olduğu gibi…
Haliyle bu durumun ve ortamın doğal sonucu olarak fetvâlar, hükümler, ruhsatlar tartışmalı hale gelmekte, zaten şahsiyet bölünmesi yaşayan Müslüman’ın inandığı gibi yaşayabilmesi daha da zorlaşmaktadır. İşte bu yazılar, bu zorlukları nasıl kolay ederiz derdi ile dertlenmemiz neticesinde yazılmaya başlandı.
Ben bir fıkıh âlimi değilim. Dolayısıyla yazdıklarım bir fetvâ, muâmelâta dair bir hüküm asla değildir. Hele hele İslâm’da olmayan, İslâm’a dair olmayan bir hususu, İslâm olarak sunma gibi bir hadsizlikten Allâh’a sığınırım.
Zaten töreden maksadın önemli bir kısmını da bu tedirginlik ihtivâ eder. Yani olur olmadık her kavramın önüne İslâm gibi kusursuz bir kavramı koymaktan imtinâ etme, modern çağın her illeti ile İslâm arasında illiyet kurma çabasından kaçınma, ola ki hem İslâm’a hem de İslamlığımıza kusur ederiz tedirginliği ve titizliği…
Fakat yine de söyleme ve yazma azmi…
Bu çağda, bu coğrafyada, bu nizâm ve hükümdarlık altında töreli kalabilmeye çalışan ve töreli kalıp, törelice yaşayabilmeyi kendine dert edinmişleri kendine dert edinen bir sosyal bilimci, iktisâdi ve idâri bilimler alanında çalışan töreli bir araştırmacı olarak, önce Allâh’a olan sadakatim, sonra Resul’üne olan muhabbetim ve bugüne kadar bu sancağı taşıyan gelmiş geçmiş tüm törelilere karşı bu konuda bir şeyler yazma borcuyla yazıyorum bu yazdıklarımı.
Kaynaklar
[1] R. Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, 33. bs. İstanbul: İz Yayıncılık, 2020.
[2] A. Tabakoğlu, İslâm İktisadına Giriş, 5. bs. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2021.