
Yazmak ya da yazmamak… İşte bütün mesele bu.
Shakespeare’in tiradını hatırlatan bu cümleyle başlıyorum yazıya. Bu bir giriş mi olacak, yoksa bir varış mı, bilemiyorum. Buna yazının sonunda karar vereceğiz.
Uzun zamandır yazmıyorum. Kalem elimde değil, kelimeler dilimin ucundan atlayamıyor uçurumdan aşağıya… Veya sayfalara. Merak edip de “Niye yazmıyorsun?” diye arayıp soran da yok.
Ama dert bu değil zaten. Bambaşka…
Dert; dertlerin dert olmadığını, dertleri dertlendiğimiz için dertli olduğumuzu hiç dertlenmeyişimizdir belki de tüm dertlerin müsebbibi.
Tekerleme gibi bir cümleyle kafaların karışıklığının dibini ekmekle sıyıralım ki bu yazımda ne anlatacağım ya da anlatamayacağım görelim.. Hele bir okuyuverin.
Durgunluk hâli, coşkunluk vaziyeti derken insan ömrü, öyle ya da böyle, akıp gidiyor. Hani, “Geldik gidiyoruz,” der ya insan… Ama bunu yürekten, içten içe inanarak söyleyemez çoğu zaman.
Öylesine bir laf işte.
Muhatap da başlar hemen askeri nizamda saymaya: “Dur ya, daha ne günler göreceksin! Neler var sırada! Bu olacak, şu bitecek, falan filan…”
Sahi, hayalleri olmasa insan yaşayabilir mi?
Denmez mi, “İnsanı yaşatan hayalleridir; öldürense gerçeklerdir”?
Öyleyse şayet, hep hayalleri olmayanlar mı ölür? Genç yaşta gidenlerin sebebi bu mu?
Yoksa yüz yaşına varan ihtiyarın uzun ömür sırrı, bitmeyen umutları mı?
Durduk yere dert aldık başımıza…
Ne yazayım ki şimdi, hoşumuza gitsin?
Düşündüm, buldum galiba!
“Ölümsüzlük bulunmuş!” diyecektim ama lafı zihninizde şöyle bir iki tur koşturayım, azıcık heyecan katayım dedim.
Ne, yoksa bunu mu bekliyordun?
Yoo, ben de bunu demeyeceğim. Zaten sen de anladın onu.
İnsanın aklına durduk yere mi gelir, yoksa hiç çıkmaz mı?
Her nefeste alıp verdiğin oksijeni bile karbondioksite çeviriyorsun; halden hâle geçiyorsun.
Nefesi değişirken insanın, özü değişmez mi peki?
Değişir.
Ağlar, değişir; güler, değişir; düşer, kalkar, yine değişir; durur, koşar, yine değişir.
Klişe ama, “Değişmeyen tek şey değişimdir,” derler.
Bence o bile değişiyor ya neyse.
İnsan doğar, büyür, yaşar, ölür.
Bu hakikat herkesin malumu.
Teşbihte hata olmaz diyerek, insanın ömrü boyunca ölümü hissettiği ve belki de arzuladığı anları olmuştur.
En sevdiğini kaybeden birisi için o an, ölüme eşdeğerdir sanki.
Sorarsan, çoğu öyle der.
Üzerine kürek kürek kara toprak atılan ve canıyla birlikte gömülen, biraz da odur.
“Hayat bir daha eskisi gibi olmaz,” sanır insan.
Yaşayan bir ölüye döner belki.
Ama sonra?
Kaç kez ölürüz, kaç kez yeniden doğarız?
Yaşamaya devam ederiz.
Kırılmış, hırpalanmış, “Bitti, hiçbir şey iyi olmayacak!” demişizdir belki.
Ama o da ne?
Bakmışsın ki, öyle ya da böyle sen yine hayatına devam ediyorsun.
Zorundasın…
Ve günler, aylar, yıllar senden de geçip gitmiş.
Şimdi artık ne çocuksun, ne gençsin; ne müdürsün, ne patronsun; ne başkansın, ne asistan; ne kasiyer, ne usta, ne öğretmen, ne mühendis…
Kala kala elinde sadece fani olduğun gerçeği kalmış.
Ya bu gerçeği göremeyecek kadar dünya bulaşmışsa gözlerimize?
Ruhumuz sıkışıp mahpus kalmışsa, çürüyeceğini unuttuğumuz tenimizde, bedenimizde?
O sıcaklık, buz keser bir anda.
Durup düşünsek mi ya da hiç düşünmesek olur mu acaba?
Peki uyanmak istersek bizi ne kurtarırdı?
Gözyaşlarıyla ıslanan secdeler mi?
Okşanan yetim başı mı?
İlim yoluna yahut iyiliğe adanmış bir ömür mü?
Belki hepsi.
Belki de daha fazlası.
O sır Yaradan’ın Ya Vedûd isminin tecellisine sığınmakta saklıdır, kim bilir…
O’na yöneldikçe, kaybolmak imkânsızdır. Çünkü O, arayanı da bulanı da vuslata erdirendir.
“Sadece aramakla bulunmaz sanma; bulanlar hep arayanlardı. Yeter ki kaybolmadan, heder olmadan vuslata erelim.” Gökyüzüne, yeşeren buğdaylara, açan goncaya, sonsuz gibi gelen mavi denize tefekkürle dalmaktır belki de gizemin sırrını ifşa edecek olan.
Dünyaya geliş günümüz değildir sadece doğumumuz… Her an, yine yeniden doğabiliriz. Bedenimiz değilse de ruhumuz, benliğimiz; öldü sandığımız yerden doğar, dirilir.
Ve bir dua…
“Ey kalpleri halden hale çeviren Allah’ım! Kalbimi dininden ayırma!” (Tirmizî)
“Yâ mukallibe’l-kulûb! Sebbit kalbî alâ dînik.”