
Abdulkadir Dağlar hocam, Töreli İştikak Denemeleri’ndeiştikakı “kelimelerin aslına dönme, atasını, anasını ve kardeşlerini arama çabasıdır…” şeklinde tanımlıyor. Bu tanımve bir bölümünü okuduğum 66 töreli iştikak denemesi lise yıllarından beri zihnimde yer eden bir kelime üzerine yazma hususunda ilham oldu. Tabi ki bir iştikak denemesi yazma iddiasında değilim benimkisi sevdiğim bir kelimeye dair duygularımı ifade etmekten ibarettir.
Sanırım onun telaffuzunu ilk kez lisede bir edebiyat dersinde duymuştum. Biz, o zamanlar Nihad Sâmi Banarlı’nın liseler için yazdığı edebiyat kitabını okurduk. Edebiyat hocamız, sadece ders anlatmakla kalmaz, ele aldığı konuları yaşar, bizlere de yaşatırdı. Yunus Emre ve Mevlana CelaleddinRumî ile 13. yüzyıla gider, Yunustan aldığımız sevgi çiçeklerini Türkmen aşiretlerinin beylerine sunardık. Bizim de katkımız olsundu, Türkmen birliğine.
Lakin devir değişti. Sahi sevdiğim kelimeden bahsedecektim benim sevdiğim kelime “lakin” Edebiyat hocamız vatan sevgisi üzerinde durduğu bir derste Yahya Kemal’in Eylül sonu adlı şiirinin;
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lâkin vatandan ayrılışın ıztırabı zor.” mısraını okumuştu.
O gün “lâkin” kelimesinin telaffuzunda, anlamında, inceliğinde bir derinlik hissettim. “Lakin” Arapça kökenli bir bağlaçtır ve “ama, fakat, ancak, bununla birlikte” anlamlarını taşır. Lakin kelimesinin Türkçedeki yolculuğu, sıradan bir bağlaç olmaktan çok ötededir. Osmanlı Türkçeciyle yazılmış metinlerde “velakin” biçiminde geçen bu kelime, zamanla halk dilinde yumuşayarak “lakin”e dönüşmüştür. Onu diğer bağlaçlardan ayıran husus, sahip olduğu hissi zarafettir, “ama” keskindir, “fakat” resmîdir. Hiçbiri “lâkin”in estetik zarafetini taşımaz. “Lakin” ise düşünceye yumuşak bir geçiş sağlar, duyguyu incitmeden yön değiştirir.
Yahya Kemalin yukarıda belirttiğimiz mısraına lakin yerine ama veya fakat bağlaçlarını koyarak bir kez daha okuduğunuzda duygu yoğunluğunun uçup gittiğini görürsünüz. Lakin kelimesi, halkın dilinde, özellikle divan ve tasavvuf edebiyatında yumuşak bir geçiş unsuru olarak yerleşmiştir. Yunus Emre’nin “Severim dostu candan içeri / Lakin bilmem neyledi kader” tarzı dizelerinde olduğu gibi, kelime çoğu zaman bir duygunun yön değiştirdiği yeri işaret eder.
Lakin kelimesi bir dönemin sesini, bir düşünce tarzını taşır. Tarihi metinlerdeki o ağırbaşlı, ölçülü üslubun simgesi gibi. Onu duyduğunuzda, yine 13. yüzyıla gidersiniz, sanki Kayseri Hunat Hatun Medresesinin kapısı aralanır kandil ışığında konuşan müderrisin sesi yankılanır. “İyilik etmek zordur, lakin karşılığını Hak’tan bekleyen için her zorluk rahmettir.” “Lakin” sizi dilin içinde bir zaman yolculuğuna çıkarır.
Bu kelimenin güzelliği, anlamı değiştirmesinden çok, anlamı açmasındadır. Düşünceyi böler ama aynı zamanda derinleştirir. Cümlenin içinde bir nefes, bir yavaşlama meydana getirir. Sanki söze ikinci bir bakış kazandırır. Belki de bu yüzden, “lakin” bana hep düşüncenin ikinci yüzünü hatırlatır. Ve bazen, sessiz bir akşamda bir Neşet Ertaş bozlağından sonra kendi kendime düşünürken, zihnimde bir cümle belirir: “Evet, her şey yolunda… lakin içimde bir eksiklik var.” Olsun varsın onunda yüce bir ilacı var “şükür”ler olsun. Hayatın tamamı, bu “lakin”lerin arasında akar gider.
“Lakin”i bu kadar çok sevmeme rağmen hem konuşma dilinde hem de yazı dilinde hiç kullanmam kullanamam onu incitmekten sakınırım, bu metin ve çocuklarıma ve öğrencilerime insan ve arkadaş ilişkilerinin ölçüsünün ne olması gerektiğine dair bana ait olmayan şu sözü aktarmanın dışında, “Komşunla iyi geçin lakin aradaki bahçe duvarını kaldırma.” Benim için “lakin”, hem bir kelime hem bir tutumdur. Düşüncelerimde, kararlarımda, hatta duygularımda bile onun izi vardır. Bir şeyi savunurum, lakin onun zıddını da anlamaya çalışırım “Lakin”, insanın içindeki dengeyi hatırlatan kelimedir. Bu yüzden “lâkin” benim kıymetlimdir.
Son yıllarda, “lâkin” kelimesi yeniden dizi ve filmler aracılığıyla gündeme gelmeye başladı. Özellikle Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman gibi tarihî yapımlarda bu kelime sıkça karşımıza çıkar oldu. “Lâkin” dendiğinde, sesin tonuyla birlikte bir asalet beliriyor sanki. Bir karakter “lâkin!”dediğinde, hem bir duruşu hem de bir saygıyı hissediyoruz. Bu yönüyle kelime, Türkçenin hem zarafetini hem de düşünce derinliğini yansıtıyor. Belki de bu, dilin kadim zarafetine duyulan bir özlemin göstergesidir. Filmde “lakin” duyulduğunda, izleyici hemen o dönemin ruhuna girer. Çünkü bu kelime, sade bir anlatım aracı değil; bir atmosfer yaratır. Dönem karakterlerinin cümlelerinde “ama” değil “lakin” kullanılması, o dünyanın duygusal ritmini ve estetik dilini yeniden kurar. Böylece “lakin”, sadece bir bağlaç değil, bir zaman işaretine dönüşür.
Eski siyah beyaz Yeşilçam filmlerinde de “lâkin”in yeri ayrıdır. Özellikle 1970’lerin dramatik filmlerinde, duygusal bir sahnenin hemen öncesinde duyulur bu kelime. Bir baba oğluna “Seni anlıyorum evlâdım, lâkin bu dünyanın kanunları başka,” derken aslında hem sevgiyi hem de çaresizliği aynı kelimeye yükler.
“Lakin” kelimesini seviyorum çünkü o, düşüncenin zarafetini hatırlatıyor. Bizi acele etmeyen bir dile çağırıyor. Cümleyi uzatıyor, anlamı genişletiyor, kitap okurken okura, konuşurken konuşana bir anlıkta olsa düşünme payı bırakıyor. Modern dünyanın hızına karşı, cümlenin içinde bir yavaşlık, bir itidal barındırıyor.
Zarafeti ve ruhu olan kelimelere yeniden dönmemiz gereken bir çağdayız. Her şeyin hızla değiştiği, anlamların yüzeyselleştiği çağımızda buna çok ihtiyacımız var. “Lakin”de epey yol aldık, sırada “maruzat” var “hocam, size bir maruzatım var diye” söze başlayan bir öğrencinin derdini nasıl dinlemeyeyim ki… Bu hususta Tarih Bölümü’nde epey yol aldık darısı diğer bölümlerimizin başına.