Kitâbiyat

Risâle-i Tercüme-i Ahvâl-i Aşçı Dede-i Nakşî Mevlevî

Orhan ALİMOĞLU

Risâle-i Tercüme-i Ahvâl-i Aşçı Dede-i Nakşî Mevlevî

Orhan ALİMOĞLU

Aşçı Dede, İstanbul Kandilli’de 1828’de doğmuş. Asıl adı Halil İbrahim. Boğaz’da taşra kökenli bir ailenin çocuğu. 8-9 yaşlarında Kandilli mahalle mektebine gider. Şehzadebaşı Sıbyan Mektebinden sonra Halil İbrahim, Ulûm-ı Edebiyat Şubesi olarak bilinen Süleymaniye Rüşdiyesi’ne kaydedilir. (1257/1841) mezuniyetini müteakip 4 Haziran 1847 tarihinde 16 yaşında 15 kuruş maaşla Dersaadet Ordusu kaleminde göreve başlar. Daha sonra sırasıyla 4. Ordu (Erzurum-Erzincan) 5. Kolordu (Şam) ve 2. Ordu (Edirne)de orta dereceli görevlerde memuriyet yapar. İstanbul’daki memuriyeti esnasında başta Mevlevi olmak üzere birçok dergahla irtibatı kurar.

“Aşçı Dede’nin Hatıraları” manevî ve edebi zevki olanlar için harika bir kitap. Hatıratın üst başlığı “Çok Yönlü Bir Sufinin Gözüyle Son Dönem Osmanlı Hayatı”dır. Önsözün epigrafındaki “Attar Dükkânı yanında pek aşağı kalır; yaştan kurudan, aşktan meşkten, zahir u batın her ne ki istersen mevcuttur Aşçı Dede’nin kitabında” ifadesi var. Mustafa Koç ve Eyyüp Tanrıverdi hocalarımızca hazırlanıp (latinize) 2006 yılında Cağaloğlu Çatalçeşme Sokak’ta bulunan Kitabevi sahibi Mehmet Varış Sivasî tarafından neşredilen bu eser 4 cilt olarak yayınlamış.

Besmele, hamdele ve salveleden sonra Fuzûlî’den 3, Rızâî’den 1, Sezâyî’den 1, Nâbî’den 1, Rüşdî’den Nâbî’yi tahmis olmak üzere 14 gazelle kitaba giriş yapmış.

***

“Sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şânı ve uluvv ü menzilet-i kadri işbu hikâyeden dahi bir derece bilinir. Şöyle ki eş-Şeyh İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz, tefsîr-i şerîfi olan Rûhu’l-Beyân’da Râgıb el-Isfahânî’den rivâyet eder ki İmâm Şâzelî kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki “Ben, Kuds-i Şerîf’te Mescid-i Aksâ’da bir gece yatıp uyumuş idim. Âlem-i ma’nâda gördüm ki Mescid-i aksâ’nın haricinde bir taht kuruldu. Harem-i şerîf’in vasatında onu gördüm ki, halk takım takım oraya dahil olurlar. Sual ettim ki “Nedir bu cemiyet?” Bana dediler ki “Ne kadar enbiya ve rüsül var ise, cümlesi buraya hazır olacaklar; Hüseyin el-Hallâc sû-i edeb etmiş idi, onun kusurunu sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizden affolunmasını istirham edecekler.” Ben de orada durdum ve nazar ettim. Gördüm ki sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz teşrif buyurup o kurulmuş olan taht-ı âlî üzerine cülûs (oturdular) buyurdular yalnız olarak. Kusûr-ı cemî’-i enbiyâ aleyhimu’s-salât ve’s-selâm yer üzerinde ve huzûr-ı risâlet-penâhîde oturdular. İbrahim ve Mûsâ ve İsâ ve Nuh ve kusûr-ı cemî’-i enbiyâ yerde diz çöküp oturmuşlar idi. Ben de onlara nazar eder idim ve kelâmlarını işitir idim.

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Cenâb-ı Risâlet-penâh efendimize hitaben dediler ki “Yâ Resûlallâh, buyurmuşsunuz ki “Ulemâu ummetî ke-enbiyâi benî isrâîle.” Onlardan bir tanesini bize gösterseniz.” Sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki “hâzâ” deyip orada hazır bulunan İmam Gazâlî kuddise sırruhu’l-azîze işaret buyurdular. Mûsâ aleyhisselâm, İmam Gazâlî’den bir şey sual buyurdu. İmam Gazâlî o suale on cevap verdi. Mûsâ aleyhisselâm, İmam Gazâlî’ye itiraz etti ki “Ben senden bir şey sual ettim, sen bir suale on cevap verdin.” İmam Gazâlî dedi ki “Bu itiraz size varittir, vakidir; zira Tûr’da Cenâb-ı Hak, “Ve mâ tilke bi-yemînike yâ Mûsâ” (Sağ elindeki nedir Ey Musa?) buyurdu. Siz o suale birkaç cevaplar verdiniz” diye Mûsâ aleyhisselâmı iskât etti. Ve Mûsâ aleyhisselâm dahi efendimiz buyurduğu hadîs-i şerîfi tasdik eylediler.” (s. 11-12)

***

“İşte bu peygamberân-ı ızâm ki cümleten yer üzerinde câlis olup yalnız efendimiz o âlî taht üzerinde cülûs buyurmuşlar idi. Bu hâlde iken onu gördüm ki bir adam şiddet ve kuvvetle ayağımdan dürttü. O hâlde uyandım. Gördüm ki câmi’-i şerîfin kayyûmlarından idi. Lakin o adamı bir daha göremedim buyurdular.

İşte azizim, sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin celâlet-i kadr u menzilet-i ulyâlarını tefekkür ve mülâhaza et ve bundan kıyas et mevlânâ azizim.

Allâhumme yessir lenâ şefâ’atehu âmin (Allahım bizim için onun şefaatini kolaylaştır, amin.)

İmdi bunun sırrından âcizane ve fakirâne bir nebze beyan edelim, tâ ki aşk u muhabbetin kadar kıssadan hisse alasın ve derece-i zevk u vicdânın kadar bilesin. Şöyle ki, ahâlî-i İstanbul’un malûmu olduğu ve hezâr (bin) kere müşahede buyrulduğu üzere, halîfe-i Resûlullâh olan pâdişâh-ı dîn-i İslâm, senede üç defa âlây-ı vâlâ ile câmi’-i şerîfe gider. İkisi îdeyn (bayram) ve birisi mevlûd-i (doğum) nebevîdir. İşte bu alayın müşahedesine herkes can atar ve belki bir gün evvel mahaller tehyie (hazırlanma) edip o gece uyku bile uyumazlar (Maşaallah derece-i aşk u muhabbete!). İşte bu alay için alessabah asâkir-i şâhâne, cedîd elbise ve her türlü levâzımât-ı müstahsene ile tezyin olunarak kışla ve koğuşlarından halifenin geçeceği yol üzerine çıkarılır ve bu alayın tertip ve tanzimi için vükelâ-yı fihâm ve vüzerâ-yı izâm (yüksek memurla) hazerâtı tarafından pek çok emek ve himmet sarf edilir. Badehu vakit ve saati geldikte, Bâb-ı Hümâyûn’dan alayın başı zuhur eder. Ve o vakit asâkir-i şâhâne saf-beste-i selâm olduğu hâlde, musikalar terennüm etmeye başlar. Mahşer gibi olan seyirciler geliyor diye cünbüşlerinden cûş u hurûşa gelip birbirleriyle olan kelâm ve muhabbeti terk ederek dört göz ile muntazır-ı dîdâr-ı halîfe olurlar. Evvelemirde halifenin râkib olacağı yani ona mahsus olan hayvanlar, kemâl-i zînetle müzeyyen ve başlarında sorguçlar ve üzerlerinde mücevher gâşiyeler (eyer altındaki sırmalı örtü) olduğu hâlde geçip badehu alâ-merâtibihim vükelâ-yı fihâm ve vüzerâ-yı ızâm hazerâtı elbise-i fâhire ve alâmât-ı mahsûsa ve tebaalarıyla takım takım geçerler. Kezalik bunların hitamında hademe-i şâhâne cümlesi bir renk elbisede ve ellerinde müzeyyen ve keskin baltalar ve başlarında mutantan (tantanalı, gösterişli) tuğlar olduğu hâlde, mâşiyen (yaya olarak) rikâb-ı şâhânede (şahın etrafında) ve cümlesi yekvücut olarak bir hatt-ı müstakîm üzere yürürler.

İşte bu cemm-i gafir (çok kalabalık) ortasında güya envâ’-ı şüküfeler ile müzeyyen bir bağ-ı İrem vasatında envâ’-ı revâyih içinde hırâm (salına salına gidiş) eden bir yegâne-i zamân gibi halîfe-i ruy-ı zemin gayet müzeyyen ve başı murassa taç ve murassa gâşiyeli esbe süvâr (ata binmiş) olduğu hâlde görünür görünmez, musikalar terennümü ve herkes de sesi ve soluğunu kesip yalnız hademe-i şâhânenin ayaklarının darbından hâsıl olan sedadan bir huzû’-ı tâm (tam sükûnet) ve bir aşk u muhabbet zuhuruyla cümleye bir dehşet gelir. Halife-i dîn-i mübîn dahi vasfa gelmez elbise-i fâhire ve cevahire gark olmuş ser-i sa’âdetlerinde güneş gibi murassa sorguç ile sağa sola nazar-ı kimya-eseriyle iltifat ve nazar buyurarak teşrif ederler. O esnada musikalar üç defa selâm çalarak mevcut bulunan asâkir-i şâhâne tarafından bülend avaz ile “Padişahım çok yaşa!” nidasına seyircilerin hazin hazin amin nidasını dahi munzam (ekli) olmakla, ses kesildikçe gayet büyük bir camide amin sedasından kubbesinde hâsıl olan inilti gibi, semada dahi bir sedâ-yı hazîn zuhur edip asuman gürler idi.

İşte bu huzurda, bu abd-i âsî daha o vakit dokuz on yaşımda idim ve aklım öyle hakikat ve tarikat sırrına ermemiş idi. Lâkin derunumda merkûz (işlemiş) olan ezelî ve ebedî aşk u muhabbet, ihtiyarsız ağlatırdı ve yanımda olan adamlar: “Oğlum, niye ağlıyorsun? Sus, bak alayı seyret!” derlerdi. Biçare adamlar! Kimse kimsenin hâlini bilmez. Onlar alayı seyrediyorlar; meğer bu asi bir başka esrâr-ı rabbânî müşahede ediyormuşum. Lâkin bu esrardan o zaman haberim yok idi. Yalnız ihtiyarsız bir ağlama zuhur ederdi. Sonra haberdar olduğumda bu asiyi ağlatan kim olduğunu bildim.

Hâsılı bu alayın arkasından dahi kurenâ-yı hazret-i şehriyârî alâ-merâtibihim (rütbeye göre) gelip geçerler. İşte buraya kadar olan ahvali iyi can kulağıyla istima (duydunuz) buyurdunuz ise artık tafsile hacet yoktur. Çünkü bunun tafsilâtı ehlinin malûm ve meşhurudur.” (s. 12-13)

***

“İmdi makâsıd-ı (maksadı) insâniyyenin akdem ve efdali, marifetullâh ve marifetullâhın mâ-bihi’l-husûlü (neticesi, hasıl ettiği), aşk u muhabbet olduysa, aşkın tarîk-i husûlünü bilmek lâzımdır.

Ey aziz, malûm olsun ki aşk, mevhibe-i kesbîdir; bî-sa’y u amel hâsıl olmaz. Sünen-i seniyyeye külliyetle (tamamına) ittibâ’ şarttır. “Kul in kuntum tuhibbûnellâhe fe’t- tebi’ûnî yuhbibkumullâhu” dahi “Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ sa’â” (insana çalışmasından başka bir şey yoktur) dahi “Ve’bud rabbeke hatta ye’tiyeke’l-yakînu” (Ve Rabbine kulluk et ki sana yakîn gelsin) ki fusûs-ı kâtı’a-i Kur’âniye ve hadisler ki ehâdîs-i sâtı’a-i nebeviyye lâ-yu’ad ve lâ-yuhsâdır (sayılamayacak kadar çoktur).” (s. 14)

“Hatta Şeyh Hayyât Vehbî kuddise sırruhu’l-azîz hazretleri böylece dervişlere “Gel bakalım ağa” derler imiş. Lâkin bu ağa lafzı zâhir ağa lafzına benzemez, bunun manası başkadır; çünkü ehl-i sûfiye, insanın nefsine “ağa” tabir ederler. Hatta bir defa pederim ile beraberce hazret-i huzûr-ı şeyhe vardık. Hâl ve hatır sual buyurduktan sonra hazret-i şeyh, pederime hitaben “Nasılsınız? Ağa ile aranız iyi midir? Nasıl sen onun sözünü mü tutuyorsun, yoksa o senin sözünü mü tutar?” buyurdular. Pederim bu “ağa” lafzından derhâl intikal ettiler ki benim nefsimden sual buyurdular. Dedi ki “Efendim, sâye-i mürşidânenizde o benim sözümü tutar; ben onun sözünü tutmam.” Hazret-i Şeyh-i A’zam efendimiz tebessüm buyurdular; yani, “Böyle değildir, ammâ böyle himmet edeceksin inşallah.” manasınca güldüler.

İşte nefse “ağa” tabir ederler. Binaenaleyh sâlik, o nefsinde olan ağalığı alıp ruha teslim edip ruh, ağa ve hakim; nefs, mahkûm ve ruha tabi olup onun emrinde olduğu cihetle sâlike “ağa” tabir olunur. Sonra bu sâlik olan zat, makâm-ı irşâda yetişip mürşid-i kâmil oldukta, o zaman ağalıktan “bey” olur, daha “ağa” tabir olunmaz, “bey” derler. Bu makâm-ı irşâddan sonra kendisine gavsiyet, kutbiyet, bu gibi rütbe-i ma’neviyye ihsan olunur ise o zaman “paşa” olur, “müşarünileyh” olur. Badehu vâris-i nebevî olup makâm-ı verâset ihsan olunur ise o zaman “sultan” olur ki her asırda bir zat olur, iki olmaz. Onun ismine “ulemâ-billâh” tabir olunur. Nitekim bu risalemizde Hazret-i Şeyh-i A’zam efendimize “sultân-ı ulemâ-billâh” tabir olunduğu gibi azizim.” (s. 18-19)

BU FASIL VÂRİS-İ EKMEL-İ NEBEVİ OLAN ULEMÂ-BİLLÂH VE EVLİYA-FİLLÂH EVSÂF-I MA’NEVİYYELERİ HAKKINDADIR

Bunlar hakkında Cenâb-ı Hak “Elâ inne evliyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûne” (İyi bil ki, Allah’ın velilerine (sevdiklerine) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir) buyurmuştur. Artık bunun üzerine söz söylemek ve medh ü senalarıyla vasf etmek sırf abes ve beyhude olur ise de, bu âyet-i kerîme hülâsa ve zübde makamında olup bunu bazı mahsûsât ve teşbîhât ile izah ve tafsil etmek her cihetle vicdana bir başka neşe ve tecellî-bahş ile sâlikânın ilm-i yakînleri ayne’l-yakîn ve müşahede mertebesine vâsıl olacağından; binaenaleyh bunların evsâf u ahvâl-i ma’neviyye ve hakikatlerini beyan etmek murat olunursa da evvelemirde bunların mertebe-i ma’neviyye ve hakikatlerini bilmeli ki sonra ondan söz söylemeli. Bu yüzsüz asi ise bundan külliyen bî-behre ve sırf cahil olup bizim mahallenin bakkalından “İkinci Ordu-yı Hümâyûn Müşiri kimdir?” diye sual edip cevap beklemeye benzer azizim. Onu, o sınıf ve o cins olan zevât-ı kirâmdan sual etmeli.” (s. 22)

***

“İşte azizim “ney”den murat, insân-ı kâmildir ki vâris-i Hazret-i Mustafa ve halîfe-i Resûl-i Cenâb-ı Kibriyâdır. Artık zâhir kulağıyla neyin nagamâtını ve bâtın kulağıyla da esrar ve ledünniyâtını işit. Evet zâhir kulağıyla istima ediyorsun, lâkin bâtın kulağıyla istima edemiyorsun. Sebebi ise bâtın kulağı hubb-ı mâsivâ penbeleriyle dolmuş, tıkanmıştır; onun için işitmez. Bunları birer birer çıkarmalı azizim. Mürşidân-ı ızâm hazerâtının dahi fem-i sa’âdetlerinden zuhur eden kelimât-ı tayyibe, neyin nagamâtına benzer; onun yalnız ma’nâ-yı zâhirîsini anlarsın, hakîkat-i ma’nâsından cahilsin. Nitekim bu abd-i âsî Şâm-ı şerîf te bulunduğum zaman bazen davet ve cemiyetlerde evlâd-ı Arabdan olan çalgıcıların çaldıkları keman, ud, kanundan ve söyledikleri gazeliyattan bi hasebi’z-zâhir (görünen halim sebebiyle) o kadar neş’e-yâb olur idim ki asla tarif edemem; muttasıl (devamlı) ağlardım.” (s. 26)

***

“Hüsameddin Çelebi, Hazret-i Hudavendigâr’a dedi ki “Ey refik, sûfî ibnü’l- vakttir; ferdâ (yarın) demeklik şart-ı tarîk değildir.” Zira ehl-i tarîk olan sûfî, mazi ve müstakbele nazar kılmaz. Tıfl-ı sagîr), pederinin hükmünde mahkûm olduğu gibi, sûfî dahi vaktinin hükmünde mahkûm ve mukayyettir; vakti ne iktiza eylerse onu görür ve onu murat eyler, geçmiş ve geleceğe mültefit  olmaz (iltifat etmez).

Ben o can menzilesinde olan Hüsameddin Çelebi’ye dedim: Yârin sırrı pûşîde (örtülü) olmak hoşterdir, tâ ki nâ-mahremler ondan haberdar olmaya.” Hod sen hikâyâtın zimnı (içi) ve ibârâtın derununda kulak tut, tâ ki zimn-ı hikâyâtta olan ma’ânî-i şerîfede yârin esrarına muttali (haberdar) olasın ve onun azm-i şânına şuur bulasın.” (s. 27)

***

“Ey azizim malûmun olsun ki Muhammedî-meşreb olan mukarreblerin Hak ta’âlâ hazretlerini katında uluvv-i mertebeleri ve rifat ü şânları şol gayettedir ki nice yüz bin mücrimleri şefaat eyleseler, onların dua ve şefaatini Hak ta’âlâ reddeylemez. Zira bunlar, Hak subhânehu ve ta’âlânın zatında ve sıfâtında kendileri fânî eylemişlerdir ve bunlardan zuhur eyleyen bi’l-külliyye evsâf-ı ilâhî olmuştur.” (s. 39)

***

“İşte azizim, bu sebepten Sultân-ı Ulemâ-billâh kuddise sırruhu’l-azîz efendimiz dahi ekser-i evkâtta Derviş İsmail Efendi’yi huzûr-ı sa’âdetlerine celp ile Yazıcıoğlu Mehmed Efendi kuddise sırruhu’l-azîzin Muhammediyye nam kitabını kıraat ettirip saatlerce murakabede ve âlem-i lâ-mekânda cevelân ve seyran ederlerdi.” (s. 42)

***

“Nitekim Hazret-i Habîb-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem, Hazret-i Ömer’in İslâma gelmesiyle ve o hazrete biat kılmasıyla kavî oldu ve dîn-i İslâm zuhura geldi ve revnak (kuvvet) buldu. Pes çâryâr-ı güzînin muavenet ve müzaheret kılmalarıyla dîn-î Muhammed kuvvet buldu ve nice kimseler iman ve İslâma geldi. Pes deme ki “Kutb çün kim halîfe-i ilâhî ve mazhar-ı rabbânî ola, onun bu âlemde tasarrufu keyfe mâ-yeşâu cârî (dilediği gibi) olmak gerek. Onun mürit ve muhabbet vasıtasıyla halkı sayd (avlamaya) eylemeye ne ihtiyacı vardır?” Eğer bu söz yerinde olsaydı, Hazret-i Nebî-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem ibtidâ-yı İslâm’da dinini kefere havfından ihfâ (gizleme) eylemezdi ve muâvenet-i ashâba (ashabın yardımına) muhtaç olmazdı. Malûm oldu ki kutbun dahi ekser-i umûrda yâra ve mürîd-i sadâkat-kirdâra ihtiyacı vardır azizim.” (s. 50)

“Yûsuf Sûresi’ne dair:

Kâlellâhu ta’âlâ fî sûreti Yûsuf: “Nerfe’u derecâtin men neşâu” (Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz) “Ey; bi’l ilmi (ilim ile). “Ve fevka kulli zî ilmin alîmun” (Her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır)” Ey; erfa’u dereceten minhu.” (Yani, ondan daha yüksek derecededir)

Pes herkes kendi ilminin mâ-fevkinde olanı bilmez, velâkin ukûl-ı selîme sahipleri mücerret kendi bildiği için gayrın bilmesini ve ilm-i gaybe âlim olmasını inkâr kılmaz. Zira bilir ki Hak ta’âlâ bir kuluna muhâl eylediğini kâdirdir ki bir kuluna âsân ve hâl eyleye azizim.” (s. 67-68)

Buradan anlıyoruz ki, dünyada insanların arayıp da öğrenemeyeceği bir lüzumlu faydalı ilim yoktur. Lâzım olan aramaya devam etsin, bileni buluncaya kadar.

Mesnevî:

Şâh-râ gâfil medân ez-kâr-ı kes

Mâni’-i izhâr-ı ân hilmest u bes (5: 2098)

“Şahı kimsenin kâr u amelinden gafil bilme. O kârın izharının mânii hilmdir ancak.” Yani şâh-ı hakîkati hiçbir kimsenin kârından gafil bilme. Nitekim Hak ta’âlâ: “Ve lâ tahsebennellâhe gâfilen ammâ ya’melu’z-zâlimûne” (Zalimlerin yaptıklarından Allah’ı gafil sanma) dedi. Ve bir âyet-i uhrâda “Ve-mallâhu bi-gâfilin ammâ te’melûne (Allah yaptıklarınızı bilmez değildir)” buyurdu. Pes o pâdişâh-ı hakîkat, hiçbir ehadın kâr u amelinden gafil değildir. Eğer sen dersen ki “Zalimlerin ve fâsıkların bazı a’mâl-i kabîhasının (kabahat) cezası niçin zâhir olmaz ve onun izharına mâni nedir?” Cevap: Onun izharına mâni ancak hilm-i ilâhîdir, gayrı değildir ki Hak ta’âlâ, Halîm ve Sabûr’dur; bendelerinin cerâyimini (suçlarını) derhâl ifşa ve izhar eylemez azizim.]

Nitekim bu yüzsüz asi, mücrim-i âsî Dede’nin dahi deryâ-yı isyânın kaʼrına (dibine) gitmiş ve halâs ü necattan ümidin kesmiş iken, kemâl-i lutf u merhamet ü hilm-i ilâhiyyesinden olarak sevgili bir tanesi Habîb-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin vâris-i ekmeli olan Sultân-ı Ulemâ-billâh Fehmi-i Erzincanî kuddise sırruhu’l-âlî efendimizin asr-ı sa’âdet-i gavsiyyelerine yetiştirip huzûr-ı sa’âdetlerine ve meclis-i kudsiyyelerine sevk ü isal ile hizmet ü ubudiyetlerinde müddet-i medîde nâil-i şeref-i dâreyn olarak sermâye-i ezel ü ebed olan aşk u muhabbeti şu’lelendirmiş ve eski ettiklerini ifşa ve izhar etmeyip afv u mağfiret buyurup hilm-i rabbâniyyesiyle setr etmiş olan yerlerin ve göklerin tanrısı Cenâb-ı Rabb-i İzzet’e ne türlü ve ne veçhile hamd ü sena ve teşekkür etmeyi bilemem azizim. Ancak leyl ü nehâr müdavim olduğum “Allâhumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin ve sahbihi ve sellem” ezkârını kemâl-i aşk u muhabbetle yâd ve tekrar ederek hatm-i kelâm eylerim.” (s. 80)

Orhan Alimoğlu

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu