BEN SENİ SEVERİM SEVMESİNE AMA TOPLUM BUNA HAZIR DEĞİL: BİR FAİZ HİKÂYESİ
-2. BÖLÜM: VAKİT NAKİT MİDİR?-
Türkiye’nin faiz cenderesinden neden çıkamadığına ilişkin tarihsel izlek bu yazıda yine tarihsel süreç çerçevesinde devam edecektir. Önceki yazıda faizin toplumsal bir eşitsizliğe ve adaletsizliğe sebep olmasına rağmen nasıl meşruiyetini koruyabildiğini sorgulayarak bitirmiştim. Meşruiyetini koruması öncelikle zamandan kaynaklanır. Zamanı paraya dönüştürebilme anıştırmasından. Nasıl ki borç kişisellikten uzaklaştırılıp ahlaki alana çekilmişse zaman da para/zaman-değer kapsamında hem sosyopolitik hem de iktisadi anlamda yeniden tasavvur edilmesiyle faizin meşruiyet aracı haline getirilmiştir. Borç veya iyilik nasıl kişiye münhasır olmaktan çıkarıldıysa zaman da sahibinden uzaklaştırıldı. Sahibinden; yani ilahi olandan. İlahi olanın mülkünü gasp eden ise Yahudiler oldu. Yahudiler sürgünlerine Avrupa’da devam ederken faiz/tefe işlerini kendileri için bir varlık sahası haline getirdi. Onların inanışında birbirleri arasında murabahacılık ve faiz yasağı bir nas’tı. Ancak diğerleri üzerinden böyle bir alışverişe cevaz veriliyordu. Yahudilerin ilk müşterileri olan İsevilerse iktisadi yaşamlarında bu faiz ilişkisinde diğerlerini temsil ediyordu. Yahudiler ve İseviler için bu ilişki talihin bir cilvesiydi. Yahudiler onlara faizle para satarak günah işlemiyordu. İseviler ise İncil’de kesin olarak yasaklanan faizli krediyi Yahudilerden temin ederek dinin dışına çıkmadıklarını varsayıyor idiler. Nitekim ilerleyen dönemlerde bu ilişki her ne kadar lanetlense de Yahudileri bu dünya için zorunlu, güçlü ama sevimsiz bir yaratık haline getirecekti. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu ilişkinin güç kazanması İsevilerin günah çıkarma ibadetlerinin yaygınlaştığı ve kurumsallaştığı döneme denk düşer: Bilhassa 12. yüzyıl sonrası. Bu ilişkiyi başka bir cihetten güçlendirense Yahudilerin İncil’e karşı gelmediklerine dair takıyyesinin Hıristiyan toplumunda oldukça inandırıcı olmasıydı. Yine de imanlı Hıristiyanlar Yahudilerin bu tefeciliğini şiddetle eleştirdi. Onların tanrının mülkünden çalan hırsız olduklarını iddia ettiler. Zamanın yalnızca Tanrıya ait olduğu bilinciyle borç verdiği ve faiziyle geri aldığı zamandan başka ne sattığını sorgulayarak Yahudileri lanetlediler. Nitekim 16. Yüzyıla gelindiğinde Yahudiler için yeni bir pogrom ve sürgün başlamıştı bile (Goff, 2021).
Zaman/tanrı mülkü ve borç meselesini biraz daha açarak yazıyı burada sonlandırayım ve esas meseleyi üçüncü bölüme/bağlama bırakayım. Hafızanın sadece geçmişe ait olduğunu değil geleceğe ilişkin olduğunu hesaba katmak gerekir (Lazzarato, 2020). Geçmişin geleceği etkilediği gibi borcun da geri alınabilmesi için geleceği şimdiye getirmek gerekir. Yani kredibiliteye, güvene ve riske; finans dediğimiz aygıta. Bu anlamda borç ilişkileri riskleri etkisiz kılmalı ve borçlu kişinin tüm öngörülemezliklerini ortadan kaldırmalıdır. Borcun büyüsüne bakın geçmişi bir garantiye dönüştürürken geleceği ipotekliyor. Bugün daha iyi görüyoruz ki geçmiş ve geleceğe ilişkin tasarrufların yalnızca onun elinde olduğunu bildiğimiz Settar olanın elinden zaman alınıp/çalınıp faiz aracılığıyla sermaye sahipleri, bankerler ve tefeciler tarafından gasp ve temellük edilmiştir.
Kaynakça
Goff, J. L. (2021). Ya Paranı Ya Canını / Orta Çağda Ekonomi Ve Din. (E. Öztürk, Çev.) İstanbul: Dergah Yayınları.
Lazzarato, M. (2020). Borçlandırılmış İnsanın İmali. (M. Erşen, Çev.) İstanbul: Dergah Yayınları.