
Hepimizin malumudur iki bin yirmi beş yılı Aile Yılı’’ olarak ilan edildi. Yokuş aşağı doğru giden, freni boşalan, kaportası dağılan, motor aksamı tekleyen, ürkütücü bir hale dönmüşken üstelik. Bu karar için ortak düşünce, “Geç kalındı,” olacaktır. Zararın neresinden dönülse kâr mı, onu hesap kesiminde göreceğiz.
Hepimizin aklına aile deyince anne, baba ve çocuklar gelir. İlkokulda öğretilen çekirdek aile kavramı buydu; geniş aileler günümüzde artık pek kalmadı. Ayrıca son yıllarda yalnız yaşayanların nüfusun yüzde yirmilik kesimini oluşturması da üstüne eğilinmesi gereken başka bir mevzu.
Aile kurmanın ilk basamağı, kadın ve erkeğin evlilik bağıyla birlikte yaşamaya başlaması ve ardından çocuk veya çocuklarla evlerinin yuvaya dönüşmesiyle devam eder.
Klasik bilgilerimizi tazeledikten sonra asıl mevzumuza yavaşça geçiş yapalım. Hepimizin kulaklarının aşina olduğu “Yuvayı dişi kuş yapar” sözü üzerinden, kadınlara yönelik yazılarımın ikinci kısmı için girizgâh yapmak istiyorum.
Son yıllarda hükümet politikalarıyla kadınların çalışma hayatına dâhil olmaları için birçok teşvik ve kolaylık sağlandı. Hayat şartlarının kalitesini yükseltmek, çocuklarını daha iyi imkânlarla büyütmek için ebeveynlerin ikisi de çalışmaya başladı. Hayat pahalı, tek maaşla geçim zor ve her geçen gün ihtiyaçlar hiyerarşisi değişiyor. Kadınlar ve anneler evlerinden uzaklaştıkça yuvalar daha bir ıssız kalmaya başladı.
Bebeğini evde bırakan kreşe veren annelerin yüreklerinde gün boyu “Akşam olsa da yavruma bir an evvel kavuşsam” çırpınışı… İki tarafın içi buruk maalesef. Anne el mahkûm, “Her şey senin için yavrum, daha iyi bir geleceğe sahip olman için,” diyerek kendini teselli etmek zorunda; evladın zaten ağlamaktan başka elinden gelen yok. Bu dünyaya çocuk getirmeyi istemeyenlerin oranı ise her geçen gün artıyor, tıpkı tek çocuk sahibi olanlar gibi.
Talep edilen, arzulanan en az üç çocuk talebi ise ütopya oldu.
Benim şahsi düşüncemdir, katılan olur olmaz, ama bence kadınlar yarım gün çalışmalı. Neden mi? Hem fıtraten onlara daha uygun, hem de evlerin yuva olması ancak kadınlar eliyle olur da ondan. Ebeveynlerin ikisinin de çalıştığı ailelerde akşam iş çıkışı döndüklerinde kadını bekleyen diğer bir dünya da ev işleri oluyor. Yeni nesil gençlere bakıyorum, onlar bu konuda birbirlerine daha anlayışlılar ve evde iş bölümü yaparak birlikte hareket edebiliyorlar. Ancak bu durum çoğu ailede böyle olmayabiliyor ve kadınlar çocuk, yemek, çamaşır, ütü, bulaşık, temizlik gibi daha birçok işi bir arada yürütmek mecburiyetinde. Maddi durumu biraz daha iyi olanlar belki evlerine yardımcı alabiliyorlar, ancak bu oran oldukça düşük. Yani çalışsa bir türlü, çalışmasa bin türlü.
Peki, çalışmayan kadınlar neler yapıyor? Onlar da evlerinin hanımefendileri mi? Aslına bakarsanız ev hanımı olmak, evinde çocuklarını büyütmek de çok matah bir şey olarak görülmüyor. Özellikle kadınların evlerinden çıkıp çalışmaya teşvik eden hükümet politikalarıyla birlikte kadınların büyük çoğunluğu “Çalışıyor musunuz?” sorusuna “Hayır, ev hanımıyım” demeye adeta utanır oldu. Bu cevap onları biraz eksik, biraz beceriksiz, biraz eğitimsiz –ağır olacak ama– cahil ve işe yaramaz gibi hissettiriyor. Özgüvenleri zedelenebiliyor. Aslında görünmeyen büyük bir emeğin, fedakârlığın basite indirgenmesi söz konusu. Çalışan da evinde olan da bilir ki dünyanın en nankör işidir ev işleri. Her doğan yeni günle birlikte aynı senaryo yıllar boyu devam eder. Yorulsan da, yer yer bıkkınlık gelse de bu böyledir. Geçenlerde internette bir video gördüm, şöyle diyordu: “Ne ev hanımı, ev hizmetçisi! Hanım dediğin oturur, biz öyle mi bacım?” diyor. Bakın, bu bile espri amaçlı çekilmiş, gülünsün istenmiş, alttan alta ince mesajlar veren, durumu sorgulatan bir paylaşım. Hayatını tamamen evine adayan ya da yapacak başka bir şeyi olmadığına inanan kadınlar, evlerinde iş yaparken çamaşır suyu lekeli eşofmanıyla bir yandan gündüz kuşağı programlarını, diğer yandan kahvesini yudumlarken eline aldığı telefonundan sahte ve kurgu olan başka kadınları izliyor.
Kadınlar her işe koşturmaktan espri yapsa da kendini Seyit Onbaşı gibi hissederken bir yandan da yaradılışın ona verdiği kimliğini bastırmaya çalışıyor. İçinde kopan fırtınaların tesirinden kurtulmanın yollarını aramaktan aciz düşüyor. İster dışarıda ister evinde çalışsın, her kadının arzusu biricik olduğunu hissetmektir. Elbette ki “Sen Angelina Jolie’den daha güzelsin” iltifatı değildir beklediği. Mesela “Senin yaptığın bu etli dolmayı Angelina bile yapamaz, eline su dökemez” deyiverin. Neyse, bu işin esprisi tabii de siz az biraz kafa yorarsanız bulursunuz eşinizi, annenizi özel kılan, başkalarından ayıran özelliğini. Bakın, bu minik bir tüyo; hani derler “Gaz vermek lazım” diye, ha işte en kıymetli yakıt burada: İltifatlar, “Sen bambaşkasın” hissini verebilmekte saklı. Pembe yalan mı söyleyeceksin? Söyle, günah değil, sevaptır bu, çekinme, dilini alıştır. Her ne kadar evin reisi erkektir deseler de siz bakmayın ona, herkes bilir ki asıl kadınların hükümranlığı vardır o çatı altında.
Bu yılın aile yılı ilan edilmesinin kadına ne gibi bir faydası olacak, bilemiyorum. Nitekim bu kapsamda kurumlar çeşitli programlar düzenliyorlar, e mecburen tabii. Ama açık konuşayım, birkaçına katıldığım için biliyorum: Kendileri çalıp kendileri oynuyor desem abartmış olmam. Geçenlerde yine bu amaçla organize edilen bir program vardı, sanırım kurum çalışanları dışında sivil ben ve arkadaşım idik. iki saat boyunca yapılan konuşmaları oraya mecburen gelenlerin çoğu da zaten bir çok defa dinlemişlerdi. Yani ulaşılması gerekenlere –gençlere, yetişkinlere ve ihtiyacı olan kesimlere– ulaşılamamıştı. Maalesef ki yapılan çoğu faydalı programın akıbeti bu.
Benim elimde ne sihirli değnek ne de bir yetki var. Ama inandığım ve benim doğrum olan düşüncelerimi anlatmaya çalıştım. Eğer aileler yıkılmasın, can çekişenler dirilsin ve kurulan her yeni yuva sağlam temellere otursun istiyorsak, hükümete naçizane bir iki kelamım olacak. Madem kadınlar hem iş hayatında olsun hem de nüfus artışı istiyorsunuz, o vakit çalışma saatlerini azaltarak başlayabilirsiniz. Kreş parası vermek yerine evinde evladını kendisi büyütmek isteyene daha fazlasını verebilirsiniz. Bir bebeğin en önemli yılları olan iki yaşına kadar en çok vakit geçirmesi gereken annesiyle birlikte olmasını sağlamalısınız. İş yerinin tuvaletinde bebeğinin rızkını, göğsüne hücum eden sütünü kıvranarak lavaboya sağmamalı, birkaç ay sadece annesini emerek sütten kesilmesine sebep olmayın. Evinde ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için veya kendi tercihiyle çalışmayan kadınlara da itibarlarını geri verin. Çalışıp para kazanmıyor diye hiçbir kadın kıymetsiz değildir, onların gönüllü emeklerinin maddi bir karşılığı yoktur. Ev hanımlarının sigortasının olması taltif olacağı gibi moral motivasyon desteği sağlayacaktır. Ancak bu fikir yıllardır ağızlarda sakız misali gevelenir, öteye beriye gider gelir de icraatını yapmaya ne cesaret ne de bütçe vardır.
Bir ülke genç nüfusuyla güçlüdür. Daha yirmi yıl öncesine kadar “Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip ülkeyiz” diye gururlanırken şimdi ise “Avrupa’dan çok daha hızlı bir şekilde çok kısa zamanda yaşlanıyoruz” diyoruz. Aile yılı bir seneye sığacak bir mesele değil, bundan sonraki uzun yılların birinci meselesi olmak mecburiyetinde. Ne yapın edin ama kadınları bir şekilde mutlaka ikna edin. Onlar olmazsa çözüm de olmaz.




