İnsanoğlunun canının en çok sıkıldığı, ne istediğini tam olarak bilemediği, mütemadiyen arayış içerisinde olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Hangi işi yaparsak yapalım, kısa süre sonra hevesimiz kaçıyor ve farklı bir şeyler bulma çabasıyla yoğun bir arayışa giriyoruz. Kaybolurcasına…
Bu durum, yetişkinlerde çocuk ve gençlere nazaran biraz daha dengeli gibi görünse de, sadece görünüşte böyle.
Yoksa neden bu yarış, bu koşuşturma?
Ancak tüketimin yeni neslin hayatlarının birçok alanına hükmettiği açıkça görülürken, maddi ve manevi yoksunluğun sınırsız bir hâl aldığını da gözlemliyoruz.
Durum böyleyken mutlu hissetmek o kadar hızlı tüketilir bir hale geldi ki, hazların peşinde sürüklenmek hayatın olağan rutini gibi oldu.
”Çocuklar ve gençler neden bu haldeler, hep böyleler” diye suçlu ilan etmek ise işin kolayına kaçmak olacaktır.
“Benim çocuk, bir zeki, bir akıllı, bir bilsen telefonla neler neler yapıyor, nerelere girip çıkıyor aklın şaşar. Biz onun yaşında iken bunları yapabilir miydik?” Bu cümle tanıdık geldi değil mi?
Genellikle hayatının ilk yıllarını yaşayan bebeklerin telefon kullanma maharetleri tüm yetişkinleri hayrete düşürüyor. Halbuki daha doğmadan önce anne karnında öğrenmiş idiler.
Ancak, sadece bu şekilde yemek yiyor, hiç yerinde durmuyor, az biraz arkadaşlarla konuşayım alsın telefonu, beni rahat bıraksın; o, bu derken hızla gelen geçen görüntülerin sonucunda hayatı da bu kadar kolay değiştirebileceği bir alan gibi düşünmesi şaşırılacak bir durum değil.
Bu sebeple; hayranlık uyandıran bu becerilerinde ustalaşmalarında bizlerin emeği çok ve yadsınamaz acı bir gerçek.
Eskiden insanlar televizyon, telefon, AVM olmadan neler yapıyorlardı?
Vakitlerini nasıl geçiriyorlardı?
Hiç mi canları sıkılmıyordu?
“Yok kardeşim, sıkılmıyordu.
Canım sıkılıyor dedin mi, sıkı can iyidir, kolay çıkmaz der, kahkahayı patlatırdı karşındaki.
Hani olur da anne babaya dersen, bunu hard diskte bekleyen kıza, oğlana yaptırılacaklar listesi ön bellekte hazır komutta olduğundan onlara asla canım sıkılıyor diyemezdin.
Can sıkıntısının çözümü için en ideal olanı, yeni vazifeler, işler, güçlerdi. Uyanık olan, canına kıymet veren, asla bu kelimeleri ebeveynlerine söylemezdi.
Peki, eskiler boş vakitlerinde neler yaparmış?
Gündelik işlerinin ardından özellikle uzun kış gecelerinde yanan sobanın etrafında bir araya geldiklerinde, keyifli muhabbetlerin yanı sıra tatlı niyetine eğlenceli oyunlarla vakit geçirirlermiş.
Kültürel birer zenginlik olan ve bazılarının tam olarak nerede ne zaman ortaya çıktığı bilinmese de yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olan oyunların, insan ilişkileri noktasında ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz.
Bazı oyunların insanın sabrını ve zekasını, bazılarının ise eğlenmenin yanı sıra birbirimizi tanıma, yakınlaşma adına etkilerinin olduğunu anlayabiliyoruz.
Bu oyunlardan birisi olan “yüzük saklama” oyununu geçtiğimiz sene üniversite öğrencisi gençlerimizle birlikte deneyimleme fırsatı bulmuştum. Evlerimizden getirdiğimiz dokuz çift patik ve bir adet alyans tipi yüzükle iki grup olarak oynanabilecek bir oyun.
Getirilen patikler dairesel bir şekilde masa üzerine yerleştirildi, iki gruba ayrılarak masa etrafına oturuldu ve oyun hakkında kısaca bilgi verilerek başlama düdüğü çalındı.
Oyunu ilk defa oynayacak olanlar, daha önce tecrübe edenlere meraklı gözlerle bakarak oyunun içine girmeye çalıştı.
Yalnız yüzüğü çaktırmadan hangi patiğin altına sakladıklarını bulmanın hiç de kolay olmadığını itiraf etmeliyim. Bizim mağlubiyetde en büyük paya sahip kişi olarak, yaşanan hezimettende ben mesuldüm.
Oyunu vakit darlığından ötürü iki el oynamak durumunda kaldık. Aslında çok daha uzun saatler oynanabilen bir oyunmuş.
Birer el oynamamıza rağmen dikkat gerektiren, profesyonel beden dili analizi yapanlar gibi her mimik, her bakışa derin anlamlar yükleme yeteneğimizi de bu sayede keşfetmiş olduk.
Bu oyunun çocuklara eğlenme ve öğrenme adına ne kadar fayda sağlayacağını bu sayede tecrübe ederek öğrendik.
Çocuklar ekran bağımlısı değiller, belki de yeterince dikkatlerini çekebilecek seçenekleri onlara sunmuyoruzdur.
Bu suçlama olsa olsa, kolaycılığa kaçma ve temize çıkma çabası olur.
Kendi tecrübeme dayanarak söylemek isterim ki, saha çalışmalarımda sokak aralarında çocuklarla oyunlar oynayarak geçirdiğimiz vakitlerde hiçbir çocuğun sıkıldığını görmedim ve hissetmedim.
Aksine, daha çok oyun oynamak, bizimle daha çok vakit geçirmek istiyorlardı.
Bu çocukların birçoğu ip atlamayı bilmiyor ve bizimle öğreniyordu.
Kimileri ilk defa tebeşir görüyor ve “hadi asfaltı renklendirelim, istediğinizi çizin” dediğimizde ise ortaya harika resimler çıkarıyorlardı.
Hele balon patlatma yarışması en eğlenceli ve en ürkek oldukları oyundu.
“Ay ay, benimkisi patlayacak” derken, yanındaki arkadaşının patlayan balonuyla yüreklerinin hoplamasına, hem kendileri hem de bizler çok gülüyorduk.
Hula-hoop çevirmek, yakan top, renkli istop, misket ve seksek gibi bizlerin çocukken oynadığı oyunlar unutulmaya yüz tutmuşken, aslında asırlar öncesinde de oynanan oyunların çoğunun temelinde yatanın, insan ilişkilerini dizayn ederek rabıtayı güçlendirmesinin yanı sıra terapi olduğunu biraz ince düşündüğümüzde daha iyi idrak edebiliyoruz.
Bazen çağın getirdiği kolaylıklarla beraber hızla tükettiğimiz her şeyin, zaman içerisinde ne çok şeyi yonta yonta kesip attığını anlayabilmekte geç kalabiliyoruz.
Beş on sene evvel tuhaf karşıladığımız, ayıpladığımız “bu kadarı da olmaz” dediğimiz halleri, nasıl normalleştirdiğimizi hatta nasıl yapar olduğumuzun dahi farkında değiliz.
Velhasıl kelam, hızlar ve hazlar çağında yayan kalmak ve depara kalmak arasında gidip geliyoruz.