Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

İnci’nin İçindeki İnci

Bugün İnci için hem önemli hem de özel günlerden biriydi. Yine tamamlanan bir eğitimin daha sonuna gelmiş ve kapanış programı için gençlere anne eliyle yapılmış bir şeyler hazırlayacaktı. Aslında geceden uyumak için yatağına uzandığında ertesi sabahki planını tastamam yapmış olduğundan öyle bir panik hali yoktu. Mutfağına doğru sakince giriş yaptı. Kapı arkasında asılı olan, siyah üzeri beyaz çizgili önlüğünü beline bağlarken gün yenice ağarıyor ve güneş de penceresinin panjurunun aralarından sinsice girip ona göz kırpmaya çalışıyordu.

Önce, kafasında kurguladığı gibi patatesleri soyarak işe başladı. Bir yandan suyu kaynatıyor, bir yandan da soyduğu patatesleri uygun şekilde keserek tencereye yerleştiriyordu. Kaynayan suyun düğmesi atınca yarısını tencereye boşaltıp diğer kısmıyla da kahvaltı için çayını demledi.

Tezgâh ile buzdolabı arasında oradan oraya mekik dokurken bir yandan kendi kendine konuşuyordu: “Dur, şunu şöyle koyayım, bunu alayım, onu kaldırayım. Öyle olmaz, böyle olsun…” filan derken bazen sorduğu sorularına da yine kendisi cevap veriyordu. Bu haline yine gülmeye başladı. Aklına rahmetli annesinin o çocukken gülerek söylediği cümle geldi: “Kendi kendine konuşana deli derler.” Derler miydi gerçekten? Oysa bu durumun günümüzde psikolojik açıdan sorun teşkil etmediği, hatta sağlıklı olduğu bile kabul ediliyor diye düşünerek kendi sorusunun cevabını da yine kendisi vermiş oldu.

Son kontrolleri yaptı: “Kek burada, börek tamam, salata da hazır ve diğer malzemeler… O hâlde geç kalmadan gençleri de alıp programın yapılacağı salona gitmek için acele etmeliyim.” diye yine kendi kendisine telkin vererek evin çıkış kapısına yöneldi.

Hadi Bismillah!

Gençler arabaya doluştu, hatta sayıca fazla olunca başka bir hoca lojistik desteğe bile gelmişti. Onları böyle kalabalık ve heyecanlı görünce yüzünde istemsizce oluşan o tebessüm yine gelip çehresine kuruldu. Üç aydır birbirlerine çok alışmışlardı. O, gençleri sevmişti; gençler de onu… Bunu nereden biliyordu? Elbette ki hissediyordu.

Katıldığı onca eğitimde her zamanki gibi sayıca en fazla yine kızlardı. Bu, adeta zorunlu bir kural gibiydi. Neredeyse yüzde seksen, doksan genç kızımız iştirak ediyordu. Bu durumun diğer pek çok programda dahi böyle olmasının sebebini tam manasıyla çözebilmiş değildi.

Eller, kollar dolu, vaktinde ulaşılmış ve binadan içeriye kalabalık bir şekilde giriş yapılmıştı. Mutfak kısmına geçerek kapanış programına özel, gençlerin keseceği pastanın da gelmiş olduğunu gördüler. Hazırlıkları yapmak için gerekli malzemeleri ellerine alarak salona girmek için o tarafa doğru yöneldiler. İçerisi halı kaplı olduğundan, kapı girişinde ayağındaki botlarını çıkarabilmek için elindeki tepsiyi kendisinden önce içeri giren bir gence uzatıp yardım istedi.

İçeride yuvarlak, büyükçe bir masa, sehpalar, oturma alanları ve bir tane de alakasız, tüm ortamın ahengini bozan çirkinlikte bir sandalye vardı. Şimdi salonu nasıl hazırlamalıydılar? İkramlar nerede duracak? Sehpada duran içecekler neler? Çay yok mu? Olmazsa ben ne yaparım acaba? Pasta nasıl olmuş? İlk defa bu bayana yaptırıldı, güzel oldu mu? Krem şanti koydu mu? İlk defa tadacaklar… O, bu, şu derken kafasında bin tane soruya bin cevap bulamıyordu.

“Kimler gelmiş? Hele şöyle bir bakayım… O tamam, bu tamam, şu da tamam. Hah, onlar da gelmiş. Daha da gelen olur.”

Aynı anda bunca düşünce içinde, üstündeki kabanı da çıkarayım da işlere girişeyim diye düşünürken odanın açılan kapısına yöneldi bu sefer bakışları. Gelen, sınıfın en istikrarlı öğrencisi, hiç aksatmadan düzenli olarak dersleri takip eden tek delikanlısı Erdem’di. Kapıyı yavaşça açan, ürkek bakışlı Erdem, hafif önüne eğik başını biraz kaldırınca onunla göz göze geldiler.

“İnci Abla!”

Derken o ürkek bakışların yerini, çakmak çakmak bakan, için için gülen gözler almıştı. Sesindeki sıcaklığa yine aynı samimiyetle karşılık verdi:

“Erdem, hoş geldin!”

Nasıl bir hızla geldiyse aniden önünde belirdi ve kollarını kocaman açarak sımsıkı ona sarıldı, başını da omzuna yasladı. Hiç beklemediği bir anda olan bu hareket karşısında adeta donup kalmıştı.

Şimdi ne yapmalıydı ve niçin bir anda bu sarılma gerçekleşmişti? Yoksa… Yoksa ona hediye edeceği spor ayakkabıdan haberdar mı olmuştu? Olamazdı ki daha aracı olmasını isteyeceği öğretmeniyle bile görüşememişti. Bilmesi imkânsızdı, zaten kendi isminin saklanmasını isteyecekti. Başka ne olabilirdi? Diğer kız öğrencileri ona sarılırken hep gördüğünden onun da o an öylesine içinden mi gelmişti? Kafasının içinde dolaşan sorular ve bir anda aklına dün yaşamış olduğu olay geldi.

İki kolu yanında, salık vaziyette duruyordu ve şimdi düne, o ana gitti.

Arkadaşı Gülay’ın daveti üzerine gittiği ev ve salonundaydı şimdi… Yemek masasında otururlarken evin en küçüğü, lise on birinci sınıf öğrencisi Kayra da okuldan gelmişti. Yeğeniyle aynı okulda okuyan ve en yakın arkadaşı olan Kayra’yı görmek istedi.

“Şu bizim Eren’in kankasını hele bir göreyim bakayım, madem gelmiş.”

Annesi, oğlunu çağırmak üzere içeriye geçti. Az sonra, önde Kayra, arkasında Gülay Hanım yemek odasına giriş yaptılar.

“Demek bizim Eren’in kankası sensin!” diye söylerken delikanlının ona tokalaşmak için elini uzattığını gördü.

Çocukluğundan beri okuduğu kitaplardan, hocalarının söylediklerinden ve yıllardır süregelen alışkanlığı, erkeklerle tokalaşmama prensibi sebebiyle otomatikleşen o hareketini yaptı. Elini göğsüne koyarak başıyla selam verdi.

İnci’nin bu hareketi sonrasında Kayra biraz mahcup olmuştu sanki ve hemen elini indirip başıyla selam vererek “Hoş geldiniz.” dedi. Ayaküstü kısa bir sohbet sonrası odadan ayrılan Kayra’nın ardından İnci arkadaşına dönerek “Utandırdım sanırım. Gülay, kırılmasın bana, olur mu?” diye söyledi.

Onu tanıyan ve birçok ortamda bu davranışına şahit olan arkadaşı, gülümseyerek cevap verdi: “Yok canım, kırılmaz. Aslında kendisi de bilir de… Sen, arkadaşının halasısın ya onu da çok sevdiği için sana elini uzatmıştır.”

Şimdi, yine zaman makinesi gibi çalışan zihni, onu bugüne ve bu ana geri döndürmüştü. Hâlâ ona sıkı sıkı sarılan Erdem’in kolları arasındaydı. Gözlerini göremese de başı, sevgi dolu bir şekilde omzuna yaslı duruyordu. O sıcacık samimiyetini yüreğinde hissedebiliyordu. Zaten, o masum simasını kim görse onu evladı gibi sever, adeta içine sokası gelirdi.

Dün yaşadıkları ve şu an bulunduğu durum karşısında kendine nasıl bir ders çıkarmalı ve şimdi ne yapmalıydı? Zihnine hücum eden bunca düşüncenin yalnızca bir iki saniyede gerçekleşmiş olması, artık daha fazla gecikmeden harekete geçmesi gerektiğini hatırlatıyordu.

En küçük evladından yaşça daha küçük olan Erdem’i geri itip soğuk bir bakışla kendinden uzaklaştırmalı mıydı?
Yoksa, şaşkınlıktan büyüyen küçük gözlerini usulca kapatıp, vücudunun iki yanında donup kalan sarkık kollarını kaldırarak o da ona mı sarılmalıydı?
İnci, içindeki inciyi fark etti sonra…

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu