Kadının adı kimliğinde yazar da varlığı kimi zaman göze görünmez. Tabii, günümüz Türkiye’sinin eskiye kıyasla çok daha iyi konumda olduğunu elbette ki inkâr edecek değiliz. Ancak çok da eskilere gitmemizi gerektirmeyecek yıllar yaşandı bu ülkede. Bazı şeyler çok hızlı olurken bazıları ise hâlâ daha gelişim basamaklarını ağır aksak çıkıyor.
Yazının başlığı size yıllar evvel, bin dokuz yüz seksen yedi yılında basılan ve ülkemizde gündemi uzunca bir süre meşgul eden yazar Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok kitabını anımsatmış olabilir. Sanki bu kitaba antitez olarak yazacaklarım var zannedenler olabilir. Ben bu kitabı okumadım, öncelikle onu söylemek isterim. O yıllarda feminizm tabirinin ülkemizde çok yoğun şekilde tartışıldığı ve pek çok kişinin de ilk defa tanıştığı bir kelimeyi böylelikle uzun yıllar boyunca konuşacağımızın da ilamı olmuştu bu kitap. Kitabın müstehcen olduğu gerekçesiyle iki yıl yasaklandığı ve belki de tanınırlığının bu sayede çok daha fazla olduğunu düşünebiliriz. Mahkeme kararı ardından yasağın kalktığı sene, Atıf Yılmaz tarafından çekilen sinema filminin de sinemalarda gösterime girdiğini araştırınca öğrenmiş oldum. Okumadığım bir kitap ve izlemediğim bir film hakkında yorum yapmayacağım elbette.
Benim değineceğim ise kadının adı vardan asıl kastetmek istediğimi sizlere anlatabilme çabası olacak. Kadının kimlikte bir adı, hayatta ise ona biçilen rol veya rollerinin onu değerli ya da değersiz kılan vazifeleri üzerine konuşmalı birazda. Doğduktan sonra kulağına okunan ismi Ayşe, Fatma, Zehra… Bu isimler onu aile ve çevresinde tanınır kılmak için verilir, tıpkı diğer hemcinsleri gibi.
Bizim ülkemizde önceleri, kız olarak doğmak her zaman eksi bir puan olarak görülürdü. Oysa ki, kızı odaya girdiğinde ayağa kalkıp ona yer veren bir peygamberin dinine mensup bizler böyle bir zihniyette olmamalıydık. Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını o topraktan çıkarıp adeta üstünü başını temizleyip kimlik veren, hürmet eden o iken, bizim ne haddimize Allah’ın verdiği cana değer vermemek, kıymetten muaf tutmak!
Hâlâ daha hatırımdadır, Üç kızım var, dediğimde, özellikle yaşlı teyzeler bana acıyarak bakarlardı; Kaç çocuğun var sorularına verdiğim bu cevap sonrası, Olsun olsun, kız da iyidir, derlerdi. O olsun olsun o kadar çok şey ifade ederdi ki sormayın. Onlar bana acıklı gözlerle bakarken, ben de onlara üzülürdüm böyle düşündükleri için. Gerçi dördüncü çocuğum erkek olunca ve üçüncü kızımdan bir sene sonra dünyaya geldiğinde ise bu sefer de Erkek mi aradın, onun için mi doğurdun bu kadar demeye başlamışlardı. Bu sefer bende bir süre sonra izah etmeyi bırakmıştım. Aslında; Peygamberimizin Ben ümmetimin çokluğuyla övünürüm hadisi şerifini düstur edindiğimi, akrabalık kavramlarının ortadan kalkmaması gerektiğini düşündüğüm için demiyordum artık insanlara. Her çocuğun eskiden olduğu gibi amca, dayı, hala ve teyzesi olmuyor maalesef. Bir veya iki çocuk olunca tüm bu akrabalara sahip olunamıyor haliyle. Artık akrabalarda sevilmiyor ya neyse… Bu mesele de ayrı bir yazı konusu olabilir, olmalı da zannımca.
Konuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan devam edeyim. Bizim toplumumuzda örf ve âdetler kimi zaman dinin de önüne çıkabiliyor; hatta kimi zaman dini bir inanış olarak yerleşebiliyor da. Bu nasıl ve ne zaman olmuş, soracak olsak kimseler bilmez.
Kız çocuğunun doğumu değil de erkek çocuğunun doğumu müjde olarak verilirdi; izlediğimiz eski Türk filmlerinde. Hiç unutmuyorum, annem abimden sonra üçüncü kızını da doğurduğunda babaannemin, benim küçüğüm olan kardeşimi kırk gün boyunca bakmaya gelmediğini anlatırdı hüzünlü güzel gözleriyle. Aynı bina, aynı katta oturdukları halde üstelik. Ancak vermesi için isim haberi yollamış, adı şu olsun diye. O zamanlar öyleymiş, normal olan buymuş, marifet erkek çocuk doğurmakmış. Anasına benzedi bak, bu da hep kız doğurdu diye suçlayan da genellikle yine bir kadın olurdu. Ne acı, değil mi? Üstelik bilimsel gerçeklik hiç de öyle değilken. Bilmiyorlardı… Bilseler yine de öyle davranırlar mıydı, o da koca bir muamma. Bir kadının muteber olabilmesi, tahtta oturabilmesi ancak erkek anası olmasından geçiyormuş… Masal anlatıyormuşum gibi, değil mi? -miş’ler -muş’lar peş peşe. Ama bunlar oldu ve bir yerlerde yine olmaya devam ediyor.
Sizlere yıllar evvel karşılaştığım ve çok şaşırdığım bir mevzuyu da anlatmak istiyorum. Hem konuya başka bir noktadan da bakmamızı sağlayabilir. Bir kabristan ziyarete gitmiştik ve orada dikkatimi mezar taşları çekmişti. Kadınların mezar taşlarında isimlerinden evvel eşinin ismi, eşinin isminin başında ise yine onun babasının adı yazıyordu. Misal: “Terzi Ali’nin oğlu Veli’nin hanımı Ayşe” gibi. Bu, şu demek mi oluyor acaba bilemedim. Bir ana babası olan kadının insan olarak şahsiyet kazanması ancak bir erkeğin nikahlı eşi olması ile mi oluyordu? Bu konu üzerinde biraz düşününce aklıma, yakın zamana kadar düğün davetiyelerinde evlenecek çiftlerin annelerinin isimlerinin de yazılmadığı geldi. Evet, bu bile çok eski yıllarda değil, sadece on beş yirmi yıl öncesindeydi. Peki, bütün bunların sebebi neydi? Ayıp! Evet, ayıp hem de öyle böyle değil, koskocaman bir ayıp. Peki, kadının adı mezarında var da evladının düğün davetiyesinde niye yoktu. Bir yerlerde yazıyor olabilmesi için kimliği veya kendi mezar taşı mı gerekliydi!
Kadının adı her yerde her kulvarda var artık. Hatta kimi zaman şaşırıp kaldığım kendi kendime konuşur halde olup söylendiğim bile olabiliyor. Neyse hanımlar çok şeyleri başarabiliyor olmamız kendimize de fazla yüklenmemizi gerektirmemeli. Kendinizi sevin ve ben bilmiyorum, beceremem ki nazını yapma lüksünden mahrum kalmayın derim.