Bizler, sevdiklerimizi toprağa verdikten sonra onları yok sayan ya da hiç yaşamamış gibi davranan bir kültüre mensup değiliz. Aksine, onları hep anmayı; yaşarken ver(e)mediğimiz kıymetin hüznüyle ve gösteremediğimiz sevginin pişmanlığıyla yanan yüreklerimizde yaşatmayı biliriz. Duygulu ve bu yönüyle de bir garip milletiz.
“Mezarlıklardan korkanlar, hiç sevdiğini kaybetmemiş insanlardır” denir. Gerçekten de öyle midir? İnsana zulmeden hep dirilerken, ölülerden nasıl bir kötülük gelebilir? Bu korkuların sebebi, olsa olsa kulaktan kulağa dolaşan korkutucu şehir efsaneleridir.
Bizim kültürümüzde mezarlıklar, yaşam alanlarıyla iç içedir. Hatta köylerde mezarlıkları evlerin bahçesinde görmek aşina olduğumuz bir durumdur ve bizleri şaşırtmaz. Oysa Avrupa’da mezarlıklar, şehirlerden uzakta, insanlardan izole ve olabildiğince uzak yerlere yapılır. Onların da kültürü böyle diyebiliriz elbette. Ancak bu konuyu ele alan ilgi çekici bir yazı okumuştum. Aslında bu yaklaşımın amacı, insanların ölümü hatırlayıp dünyevi zevklerden, tüketimden ve eğlenceden uzaklaşmasını önlemekmiş. Günümüz şartlarına baktığımızda bunu kapitalizme bağlayarak işin içinden çıkmak en ulaşılabilir ve tatmin edici bir cevap niteliğinde. Ancak bu geleneğin yüzyıllardır var olması, acaba o dönemin şartlarını da göz önüne alınca bu durumun feodal yönetim sistemlerinde ki sorgusuz itaatle alakalı olabileceği görüşü aklımıza ilk gelen fikir olması doğaldır.
Bizim inancımız ise “Ölümü her daim hatırla” der; her adımda, her neşede, her kederde, her nefeste…
Ve bizi mezarlık girişinde karşılayan sarsıcı o cümle: “Her canlı ölümü tadacaktır.”
Peki, ibret alıyor muyuz? Kendi adıma söylüyorum: Maalesef… Ne bu dünyadan bir şey anladık ne de öte âleme hakkıyla yatırım yapabildik. Hastaneler ve mezarlıklar, insanın kendini sorgulaması ve yaşantısına çeki düzen vermesi için düzenli aralıklarla ziyaret etmesi gereken mekânlar olmalı.
İnsanoğlu, ölümün olduğunu ve ondan kaçışın olmadığını biliyor ama yine de onu avucunun içine alan nefsine gönüllü kölelik etmekten vazgeçemiyor. Bununla alakalı küçük bir kıssayı hatırlamakta fayda var:
Bir Mezar Kazıcı Vardı, Pek Uzun Ömürlüydü.
Biri sordu:
— Anlat bize.
Bir ömür çukurlarda mezar kazdın, yer altında şaşılacak ne gördün?
Mezarcı:
— Sana şaşılacak bir şey söyleyeyim: Bu köpek nefsim tam 70 yıldır mezar kazdığımı gördü de bir an bile ölmedi…
Bu satırları okuyunca aklımıza Necip Fazıl Kısakürek’in şiiri gelir. Ne demiş üstat:
Benim Nefsim
Ruhuma bir kefen bezi yeter de,
Yetmez aç nefsime sırma ve ipek.
Çare yok, yüzünden düştüğüm derde,
Yesem de toprakla karışık kepek.
Güneşle bir tutsam girmez hizaya,
Dar bulur sığmam der dipsiz fezaya.
Kuyruk sallar, sonra hırlar ezaya,
Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!
Şimdi bu yazıyı hızlıca kaydırarak okuyup geçiyorsun ya, bir gün bizim de ölüm haberimiz bu ekranlarda belirecek. Birileri ya yarım yamalak okuyacak ya da “Görmeyeyim, morali bozulmasın şimdi” deyip bir parmak hareketiyle yukarı kaydıracak ve telefonundan yok olacak. Tıpkı diğerleri gibi…
Ne gariptir ki, yarına çıkacak olanlar ayağa kalksın dense, kimse parmağını bile oynatamaz. Hâlbuki insanların çoğu bugün ölüm için kılını bile kıpırdatmamayı marifet biliyor.
“Ömür kaç gündür?” diye sorsalar, insan “Ben bugünü biliyorum” der. Dün geçti, yarın meçhul. O hâlde bugün, doğum ve ölüm günü; yaşanacak tek günümüz.
Ve insan… Bakmışsın, bir varmış bir yokmuş.