
Bugün şehirde, sonbaharın son demlerine yakışır bir hava hâkimdi. Soğuğun iliklere kadar işlemesinin başrol oyuncusu rüzgârsa, bileycinin maharetli ellerinden çıkmış keskin bıçak misali değdiği yeri kesiyordu. Yazın nazlı edasıyla salına salına üfleyen çitlembik rüzgâr, şimdi hiddetiyle ortalığı kasıp kavuruyordu. İnsanın gözünden içeriye öyle bir hışımla giriyordu ki göz kapakları aciz kalıp koruyamıyor, el mahkûm teslim oluyordu.
Havanın durumu bu haldeyken hikâyemizin kahramanı da sokağın başında görüldü: İnci ve arkadaşı. İnci bu sokağa dönünce arkadan vuran rüzgâr, şimdi yön değiştirmiş ve suratına okkalı bir tokat gibi çarpmıştı. Alelacele boğazından yukarıya aşırıp çenesine doğru kaldırdığı kabanının fermuarını göğsünden yukarıya doğru çekiverdi. Yanındaki arkadaşı da onun bu hamlesiyle yüzüne doğru bakarak, ellerini birbirine sürtüp ısıtmaya çalışırken tasdik edercesine:
— Uff, ne kadar soğukmuş ya, diyordu.
Gözlerini kırpıştırıp “Evet” derken bir taraftan da “Nerede bu yer acaba?” diye sağına soluna, ileriye doğru gözleriyle radar misali tarama yapıyordu. Telefondaki sesin tarif ettiği gibi sarı, iki katlı bina karşılarında, az ötede belirince:
— Hah, tamam! Bak, gördün mü? İşte orada, bulduk! derken, bir yandan da arkadaşını o yöne doğru kolundan tutarak yönlendirmeye başladı. Artık adımları serileşmiş, bir an önce varıp satın almayı istedikleri buzdolabı için koşarcasına ilerliyorlardı. İnci tez canlı bir tip olunca ona ayak uydurmak öyle herkesin harcı değildi. Neyse ki yol arkadaşlarıyla uyumluydular. Niyetleri bir olunca…
Önünde durdukları bahçe kapısı paslı, boyası soyulmuş, yıpranmış siyah demirdendi. İçeriye girmek için elini uzattı ve kulaklarını hazır ola geçiren o tiz sesin eşliğinde kapı geriye doğru açıldı. İnci, bu sesi duyunca Üsküdar’a kadar gidip geldi. Niyeyse ona sahil boyu çığlık atarmışçasına uçuşan martıları hatırlatmıştı. Özlediğinden mi, yoksa gerçekten de benziyor muydu, bunu yanındaki arkadaşına sormadı.
Adım attıkları alan, büyükçe bir bahçeye açılıyordu. Onları karşılayanlar ise ilerledikçe gördükleri, sağlı sollu gelişigüzel konulmuş buzdolapları, çamaşır makineleri, iki adet fırın ve üst üste istiflenmiş birkaç eski ocaktı. Hemen karşılarında, tek kapağı uçurumdan aşağı düşecekmişçesine can havliyle tutunmuş bir gardırop ve ona yoldaşlık eden tek gözü kör bir şifonyer duruyordu. Sonbaharın son günlerine inat soyunmuş dallarına tutunmaya çalışan tek tük yaprakların salındığı heybetli ağaçların serinliğinde ilerliyorlardı.
Meraklı küçük çocuklar misali çevreyi incelerken yine o bildik manzarayla karşı karşıya kalmışlardı: büyük çöp poşetlerine tepilerek doldurulmuş eski ve pis giysiler ve etrafa saçılan diğerleri. Bu tip giysileri görmeye gözleri alışmış olsa da sinir sistemi tepkisiz kalamıyordu.
“Ya neden? Neden ya neden üstüne dahi giymeyeceğin, evladına giydirmeyeceğin kıyafetleri; hele ki yakasında vücut yağlarının, kolunun altında ter lekelerinin olduğu hâlde nasıl böyle bir gevşeklikle ‘giysinler’ diye verebiliyorsunuz pis elbiseleri?” diye içinden geçiriyordu.
İmdadına yetişen yine o söz: “La havle vela kuvvete illa billahil azîm.” Gözlerini yumarak başını sağa sola salladı, görmemeye çalıştı.
Yan yana dizilmiş vaziyetteki buzdolaplarının içlerini de görelim diye kapaklarını açıp bakmaya başladılar. O esnada, uzun telefon görüşmesini bitiren sorumlu olduğunu düşündükleri kişi yanlarına gelerek malını metheden bir satıcı edasıyla ürünlerinin tanıtımını yapmaya başladı.
— Bakın, bu dolabın tek rafı kırık, şu kısımları ezik, boyasız… Ama masraf edip tamirini yaptırdım çalışır vaziyette.
Üç buzdolabının kapaklarını tekrar tekrar açıp kapatarak etraflarında dönüyor, “Ne kadar anlarlarsa o kadar” gözden geçiriyorlardı. Arapçayla karışık Türkçesiyle konuşan adamın ve arkadaşının sesine kulak vermişken gözleri, bahçeden içeriye giren iki kadına takıldı. Şimdi onları süzüyordu.
Gençten, ürkek bakışlı, üst başları çok da iyi durumda olmayan bu kadınlar yavaş adımlarla etrafı inceliyorlardı. Arkadaşının “Ne yapalım, sence bunu mu alalım?” demesiyle irkildi:
— Ha, tamam, tamam… Olur, bu olur, diyerek pazarlığa başladılar. Adamın istediği miktarı yüksek bulup “Elimizde o kadar yok” deseler de Iraklı adam bir anda kırk yıllık Kayserili esnaf kimliğine bürünmüştü. Nakliyeyi onun yapması şartıyla dediği fiyatın biraz daha altına anlaştılar.
Bu süre zarfında İnci, gözlerini bir an olsun iki kadından ayıramıyor, “Ne ihtiyaçları var, ne alacaklar acaba?” diye onları incelemeye devam ediyordu. Dayanamayıp satıcıya:
— Acaba bu kadınları tanıyor musunuz? diye sordu.
Onların da Iraklı olduklarını, eşlerinin şehit ve yetimleri olduğunu öğrendi. Fakat içlerinden biri, İnci’nin bakışlarına daha çok maruz kalıyor, ona kendisini çeken, anlam veremediği kuvvetli bir his uyandırıyordu. Üzerindekiler, yanındakine nispeten çok daha eski ve kötü durumdaydı. Onu bu kuru soğuktan asla muhafaza edemeyecek incelikte, adeta erimiş gibi duran kumaştan dikilmiş siyah uzun feracesiyle geziniyordu. İnci soğuğu şimdi daha çok hissediyordu. Göz kapaklarına göğü kaplayan gri bulutlar gelip çökmüştü. Arkadaşının kolunu çekiştirerek:
— Hadi çıkalım artık. Daha gidecek yerler var. Akşam olmadan halledelim işlerimizi demesiyle, daldığı hüznün diplerinden irkilerek uyandı. Ayakları çıkışa yönelmişti ama yüreği geride kalmıştı. Arkasına dönüp tekrar ona baktı: Sonradan adını öğreneceği Meryem’e…
Yol boyunca aklında, “Üşüyecek, ya hastalanırsa?” düşüncesi… Kendi kendisiyle cevap veremediği soruların ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki gece olup yastığına başını koyduğunda bile zihninden bu düşünceleri atamıyordu.
Bu genç kadın ona neden böylesi tesir etmişti anlam veremiyordu? Vicdanı sızlıyor, “keşke” lerinin ardı arkası kesilmiyordu. “Keşke hakkında daha fazla bilgi alsaydım. Keşke nerede oturuyor, kaç çocuğu var, hangi ülkeden, hangi şartlarda buraya kadar gelebilmiş, bilseydim. Keşke ihtiyaçlarını sorsaydım. Of Allah’ım, of… Neden? Neden tüm bu soruları ona sormadım, neden ilgilenmedim?” Kendiyle kavgasında yine kendine yenilmişti.
…
Ertesi gün halletmesi gereken işleri olduğu için çarşıya çıkması gerekiyordu. Küçük şehrin, küçük, tarihi dokulu han ve dükkânları olan bir çarşıydı burası. Rahmetli annesiyle çocukluğunda sıkça geldiği, anılarının yanında yürüdüğü daracık taş sokaklarını yıllardır arşınladığı yerdi. Bu sebepten esnafını da uzun yıllardır iyi tanır, kimisinin yanına sırf sohbet etmek için uğrar, kahvesini içer, bir süre kafasına göre takılırdı.
Yine öyle bir gün gibi başlayan ama biraz sonra olacaklardan habersiz geziniyordu. Girdiği dükkândan vedalaşıp ayrılırken başını çevirdiğinde gördüğü kişi, gözlerinden şüphe duymasına sebep oldu.
Evet, oydu işte! Önceki gün karşılaştığı ve zihninden bir türlü çıkmayan, uykularını kaçıran o genç kadın, tam karşısında dikiliyordu. “Bu, asla tesadüf olamazdı. Yüreğindeki kuvvetli inanç, buna izin vermezdi. Bu, apaçık harikulade bir tevafuktu. Çünkü iman edenler bilir; her şeyin kimden geldiğini, kimin dokunduğunu.”
Göz göze gelince sevinçten gözleri yuvalarından firar edercesine dışarı fırlayacaktı adeta. Meryem’in yüzünde ise mahcup hâlinin çekingenliğiyle beliren bir tebessüm ve şaşkınlık ifadesi vardı.
İnci’nin içinden, “Şöyle koskocaman kollarımı açıp ‘kardeşim’ diyerek sımsıkı sarılsam” arzusu geçti. Ama kendini dizginleyip:
— Selâmün aleyküm, dedi.
— Aleyküm selâm, diye karşılık verdi Meryem.
Evet, onu ilk gördüğü gün üzerinde olan feracesini yine giymişti. Vitrine bakıyordu. Tam olarak konuşamadığı Türkçesinden anlayabildiği kadarıyla üstüne giyecek ferace arıyordu.
“Çok para… Çok pahalı…” dedi yarım yamalak Türkçesiyle.
Bu nasıl olabilirdi? Aklı almıyordu. Gökte değil, rüyalarında değil, işte sokaklarda aradığı bu kadın şimdi karşısında duruyordu. Ve Allah ona bu hediyeyi sunmuştu. Uykusunu ve vicdanını kör kurşunlarla delik deşik eden o incecik feraceyle soğukları nasıl atlatır diye düşündüğü, neden ona kalın, sıcacık tutacak bir kaban almadım diye dertlendiği kadın, Allah tarafından önüne çıkarılmıştı.
“Allah’ın kulunun yüreğindekileri de bildiğinin büyük kanıtıydı bu! Zihninde yankılanan ayet: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız.’”
“Bekle sen, az bekle hele beni hemen geliyorum…” diyerek dükkâna geri döndü.
Durumu esnaf arkadaşa kısaca izah edip, ne istiyorsa ona vermesini, parasını kendisinin ödeyeceğini söyledi. Ama bunu onun yanında yapıp mahcup olmasını istemiyordu. Az evvelki sohbetlerinde bahsettiği kadının şimdi kapıda olduğuna dükkân sahibi de şaşırmıştı.
İnci’nin teklifini kabul etmeyip:
— Hayır, bu defa benden olsun. Neyi beğenirse onu alsın. Annem hasta, hem de onun şifası için Allah vesile kılar belki, deyince fazla üsteleyemedi.
Sahada çalışırken pek çok kez şahit olduklarının ona öğrettiği en kıymetli şeylerden biriydi: Allah, onu ayaklarıyla buraya getirmiş ve Meryem’i de oraya yollamıştı. Çünkü bu sevabın maddi karşılayıcısı o dükkânın sahibiydi. İnci, buna engel olmaya gücünün olmadığını çok iyi bildiğinden ısrarcı olmadı.
Keyfi yerine gelmiş halde, kapıda bekleyen genç annenin yanına varıp:
— Hadi gel, diyerek kolundan hafifçe tutup içeriye davet etti.
Şaşkın bakışlarının, onun tüm bedenini saran ürkekliğinin yüzünde safiyane bir tebessüme dönüşünü izledi.
İnci ve Meryem… Onları birbirine bağlayacak olan bu kuvvetli bağın nelere gebe olduğunu asla bilmiyordu. Şimdilik…
Aslında hikâye bitmedi; asıl yeni başladı.
İyi okumalar.