Aygül Yıldırım UzunTöreli Yazılar

Yeni Bir Salgın Başlasa

Yeni Bir Salgın Başlasa

Bazen öyle anlar yaşarız ki… Hani içinde şöyle tam anlamıyla tarifini yapamadığı ama çok yakından bildiği, adını bir türlü koyamadığı halleri olur insanın. Çok şeyler hissedip ama bir şeylerin noksan kaldığı, anlatılması ve tasviri zor duygular… Yorgunum desen değil, hüzünlüyüm desen yok, o da değil… Peki ya ne? Boşlukta gibi, şöyle hissizlik hali adeta. Ya da çok yoğun duygular sonrası, bombardımana maruz kalmanın ardından gelen donukluk sanki?

Hepimiz bitap düşmüş, oradan oraya savrulup çarpa çarpa yara bere içerisindeyiz. Bedenimizde ne morluk ne de başka bir hasar var görünürde. Ancak ruhumuz artık dikiş tutmuyor. Yamaya yamaya, yaralarımız iyiden iyiye afişe oldu. Ama gören sadece biziz… Ya hissettirmek istemiyoruz üzmemek için ya da yaralarımız duyulsun, bilinsin istemiyoruz. Artık kimse kimseye güvenemiyor. Neden?

Ülkemizde iki bin yirmi dördün yılının kelimesinin “kalabalık yalnızlık” olarak seçilmiş olması da acaba bu sebepten midir? Oysa çoğumuzun yüzlerce, hatta kimimizin binlerce arkadaşı yok mu? Sosyal medya hesaplarımıza bakılırsa öyle tabii. Halbuki samimi dost meclislerinin tadı yok oralarda…

Biliyoruz, hepimiz adımız kadar eminiz ama bu çarkın bir dişlisi olmaktan da vazgeçemiyoruz. Sosyalleşme ayağına asosyal olmanın günümüzde en popüleri ya da şöyle demeli, en yaygın salgını.

Elimizdeki telefonlarda gün içerisinde maruz kaldığımız çeşitli haberler ve görüntüler bizleri psikolojik ve duygusal açıdan farklı şekillerde etkisi altına alabiliyor. Anlık duygu değişimleri yaşayabiliyoruz. “Gülmek ve ağlamak kardeştir.” sözünün ispatını peş peşe önümüze düşen videolarla birebir yaşıyoruz. Gözlerimiz dolmuşken arkadaşımızın yolladığı komik bir videoya gülebiliyoruz ve ardından hissedilen mahcubiyet, utanma ve hatta suçluluk hissi.

Her şeye böyle kolay ulaşabiliyor olunması haddinden fazla olumsuzlukla da yüz yüze gelmek demek oluyor. Dikkat ettiyseniz şayet, en fazla yayınlanan ve üstüne en çok konuşulanlar da bunlar. Sürekli kötüler, zalimler, zulümler, afetler, kazalar ve türlü türlü yalan dolanlar… “Yok artık, bu kadarı da olmaz.” dediğimiz gün yüzüne çıkmış nice çirkinliğe maruz kalıyoruz. Nelere şahit oluyor bu gözler, bu yürekler… Nasıl bu kadar acımasızca ve böylesine pervasızca yapılabiliyor? Gördüğümüz birçok görüntü ve okuduğumuzda “Keşke hiç bilmeseydim.” dediğimiz onca menfi hadise… Evet, bize hep olumsuzlukları gösteriyorlar, bunları görün, bilin istiyorlar ve haliyle birçoğumuz yarınından emin ve ümitvar değil.

Hakim güçtekiler hep kötüler iken iyiler hep mağdur ve sayıca çok azlar algısını kabullenmiş gibiyiz. Sanıyoruz ki herkes kötü ve her şey bundan sonra daha da kötüye gidecek. Kapana kısılmışçasına bu vaziyete razı gelme halinden ve bundan sonra hiç iyi şeyler olmayacak haletiruhiyesinden çıkabilmek mümkün mü?

Aslında iyiliği yaşam gayesi edinmiş insanlar ve yapılan onca güzellikler varken haberdar olamıyoruz her ne hikmetse. Üstelik bu kadar etkileşim fazla iken… Belki de yanlış pencereden bakıyoruzdur, ha ne dersiniz? Görebilmek için doğru yerde olmak kadar, onu görünür kılmak adına katkıda sağlamak da gerek.

Son dönemde bize iyi insanların aslında sayıca ne kadar fazla olduğunu gösteren çok önemli gelişmelere şahitlik ettik. Evet, sizlerin de bildiği gibi Gazze… Bu soykırım sadece Müslümanların meselesi olmaktan çıkıp tüm dünyada iyi insanları ortak bir gayede birleştirdi.

Her ne kadar karanlık yoğunsa da tünelin ucundan sızan küçücük ışık huzmesi bile beklenilenden çok daha büyük bir uyanışa sebep olacaktır. Belki de bize düşen, o küçücük ışık olmaya cesaret etmek. Malcolm X’in sevdiğim ve hep söylediğim sözünü yeri gelmişken tekrarlamakta fayda var: “Tüm uyuyanları uyandırmaya bir uyanık yeter.”

O vakit değişim senden, benden, bizden, hepimizden başlayabilir. İnanıyor muyuz? Öyleyse olmuş bil! Kim bilir belki bir salgın başlar ve bu defa iyilik bulaşıcı olur.

20

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu