
İmkân ve İhtimal
İnsan için gerçeğin keskinlik ve hız arz etmemesi, korkutucu ihtimallerin gerçeğe dönüşmediğini göstermez. Günün birinde, korkutucu ihtimallerin gerçeğe dönüştüğünü, yavaş yavaş yayılarak hayatımızı kapladığını fark edebiliriz. Alışkanlıklarımızın, bir zamanlar karşısına dikildiğimiz şeyler olduğunu görmek, hem kendimizden hem de içinde yaşadığımız toplumdan kaynaklı bir hayal kırıklığı yaşamamıza sebep olabilir. Kabule yanaşmayacaklarımızın hayatımızda kendine yer bulması, içimizde sarılıp sarmalanması zamanın hükmü altında olduğumuzu mu gösterir? Öyle ise “zamanın askıya aldığı”, hiçbir tahribatta bulunamadığı umdelere, hislere, fikirlere, sözlere ne demeli? Aniden meydana çıkmayanın dayatılmadığını söyleyebilir miyiz?
Fark ediş, gerçeğin birdenbire görüş alanımıza girmesi ile gerçekleşmez. Nitekim duruyordur her şey yerli yerinde. Bakışımızı geriye döndüren, geçmişe götüren kuvvet sayesinde fark ederiz. Kıyas yapmamıza imkân veren kuvvet sayesinde… Kendine alan açan gerçeğin usul usul dünyamıza sızdığını fark ederiz. Geçmiş ile şimdi arasındaki farkı fark ederiz. Geçip gidenlerin yerini, razı gelmeyeceklerimizin aldığını görürüz.
Bakışa hükmeden kuvvete şuur diyoruz. Zamanı, mekânı, kendini biliş hâli. Şuurun bulanıklaştığı zamanlarda, bizi biz yapan, kendimize özgü her türlü şeye uzaklaştığımızda, özgünlüğümüze mesafelendiğimizde, mesafeyi fark edemediğimizde, farkı fark edemediğimizde bakışımıza hükmeden nedir peki? İnsanın kendinden kalan boşluğu dolduranlardır herhâlde. Kendinden başka her şey…
Kendi, “kişinin öz varlığı, zâtı” anlamındadır. İnsanın kendi ile arasına giren mesafeleri ne doldurur peki? Ya da kendini fazlası ile önemli hissedenin, layık olanın en iyisinin kendi payına düştüğünü düşünenin kendi ile arasına ne/neler girmiştir? Kıymeti mevkiiyle kaim kimsenin bu gibi fazlalıkların içine düşmesi ya da kendinden uzağa düşmesi gayet tabiidir. Kendine söyleyene, bizi kendimize getirecek olana kulak verelim, nasıl bir sadâ bırakmış:
“Ol dost açdı gözümi gösterdi kendözümi
Gönlümdeki râzumı söyledüm dile geldüm”
“Andan yigrek ne vardur kişi bile kendözin
Kendözin bilen kişi kamulardan ol güzin”
“‘İlm okımak bilmeklik kendözini bilmekdür
Pes kendözün bilmezsen bir hayvândan betersin”
“Kendü mikdârın bilen bildi kendü hâlini
Velî dahı ‘ışkıla evvel bahâra benzer”
(Yûnus Emre)
Kendini bilmeyen, zamanı, mekânı, içinde bulunduğu gerçekliği nasıl bilecek? Kendini kaybeden, karşısına dikildiklerine nasıl mukavemet edecek? Dahası karşısına dikildiklerini nasıl tanıyacak, karşısına dikildiklerine nasıl yabancılaşmayacak? Şuuru bulanıklaşan nasıl bakacak, şuurlu bakışı nasıl bulacak? Gerçeği fark etmek, kendimize dair bakışımız ile ilgili. Zamanda askıya alınan, kendimizi, dolayısıyla zamanı ve mekânı bildiren bakıştır bize. Bu bakış sayesinde belli bir yol tuttururuz. Mesele, mesafeyi doğru anlayabilmekte ve ayarlayabilmekte. Zira öz eleştiri ve meselelere kendini soyutlayarak yaklaşmak, manaya ulaşmak için elzemdir. Yani içgörü ve mesafe anlama ve anlamlandırmamıza imkân sağlar. Konu ile ilgili Abdülkadir Dağlar’ın “Seyf ile Mesâfe Kelimeleri Etrâfında” başlıklı yazısına bakılabilir.
Esasında uzaklık yahut yakınlık, serencamımızı belirleyen, bize sıhhatli bir bakış kazandıran yahut kaybettiren nirengi noktalarından biridir. Kendilik, zaman ve mekân, teşhirin makbul görüldüğü duldasızlıkta nasıl bilinecek? Zira teşhir, marazi bir dilin, çarpık bir bakışın ortaya çıkmasına da sebep oldu. Örseleyen, nesneleştiren ve biraz amiyane bir tabir ile ötekinin hayatına dalan bir dil, ifade biçimi, bir bakış mevcut. Bu dil ve bakış, tespit eden (!), tanımlayan (!), ötekinin yaşadığı hayatı birkaç cümleye sıkıştırıp bir paket gibi sunuveren, yaşanılan hayatları, o hayatı yaşayan kişileri, failleri yok sayan bir niteliği haiz. Bu acımasız paketleme, gerçeği ıskalayan, faili edilgen hâle getiren, gerçekliği indirgeyen bir müdahale. Diğer yandan herkesi ve her şeyi aynılaştıran, biricikliği, özgünlüğü, kendine özgülüğü de yok sayan, kapitale hizmet eden bir dil. Zira paketin muhtevası, maddeden müteşekkil. Hiçbir şey, hiç kimse böylesine satıhta değildir, olamaz. Görüneni aşmak mecburiyetindeyiz, aşmak ile mükellefiz. Anlamak ve anlaşmak için mecburuz. Kendimize sıhhatli bir şekilde bakabilmek, zamana ve mekâna şuurlu bir nazar ile bakabilmek, korkutucu ihtimallerin bir gün gerçeğe dönüştüğünü görmemek için mecburuz. Yazdıklarımız önce kendimize…
Büşra Aksar