Prof. Dr. Abdülkadir DağlarTöreli Yazılar

Rûyânın Hesâbını Mahkemede Görmek

-Nasreddîn Hoca Şerhi - 16-

Rûyânın Hesâbını Mahkemede Görmek

-Nasreddîn Hoca Şerhi – 16-

*

Rûyâlar, sâdece ferdî tecrübeler ve şahsî temâşâlar mıdır..?

Rûyâlar ile amel edilir mi, edilmez mi..?

Rûyâlar, mahkemelerde delîl olarak kabûl edilebilirler mi..?

Görülen rûyâların, tâbîr ve te’vîlleri üzerinden hem insânların hayâtına, hem cemâat ve cemiyetlerin istikâmetine ve hem de devletlerin devâm ve bekâsına te’sîr ettiği kadîm devirlerde, bu ve buna benzer daha birçok mes’elenin, ilim ve fikir mahfillerinde tartışılmış olduğu, bu husûsta çeşitli yorumlar etrâfında çeşitli kabûllerin şekillendiği bilinmektedir…

Töre dâiresinde bir ilim dalı sayılan rûyâya dâir yapılacak yorum ve değerlendirmelerin merkezinde, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- kıssasındaki rûyâ tecrübe ve te’vîllerinin bulunması gerektiğini söylemeye hâcet bile yoktur… Zîrâ, Hazret-i Yâ‘kûb -aleyhisselâm- ile oğlu Yûsuf -aleyhisselâm-, anlatılan rûyâları hikmet ve hakîkat üzerine te’vîl etmişler, netîcelerinin de yaptıkları tâbîrlere mutâbık bulunduğunu görmüşlerdir…

Bu nebevî misâlden hareketle, birçok töreli devlet başkanı gördükleri rûyâlarını hocalarına, mürşidlerine, şeyhlerine tâbîr ettirmişler, amelî sâhada atacakları adımlarda bu tâbîrlerin îcâbını da göz önünde bulundurmuşlardır…

**

Rûyâlar var berrâk ve sâdık, rûyâlar var karmakarışık…

Ve rûyâlar var ki baş belâsı… Meselâ, Bâbil hükümdârı Buhtunnasr’ın -yânî 2. Nebukadnezzar’ın- gördüğü ve uyandıktan sonra da te’sîrinden kutulamadığı rûyâ…

Buhtunnasr, bir rûyâ görür; kafası darmadağınık, gönlü karmakarışık, asabî bir hâlde uyanır… Hemen âlimlerini, kâhinlerini ve müneccimlerini toplar… Rûyâyı onlara anlatmaz; ama, onlardan rûyâsını bilip tâbîr etmelerini ister; aksi hâlde de hepsini cezâlandıracağını söyler… Zîrâ, ona göre, hakîkî âlim, emîn kâhin ve sâdık müneccim, rûyâyı daha anlatılmadan bilip anlayan ve tâbîr edendir…

Başlarına gelecek fecî âkıbetlerini kara kara düşünen âlimleri, kâhinleri ve müneccimleri batıp da çıkamadıkları bu bataklıktan Hazret-i Danyâl -aleyhisselâm- kurtarmıştır… O, kendisine cenâb-ı Hakk tarafından verilen hikmet sâyesinde Buhtunnasr’ın rûyâsını bilip tâbîr ederek hükümdârı buhrândan inşirâha; âlimleri, kâhinleri ve müneccimleri de husrândan felâha çıkarmıştır…

Buhtunnasr rûyâsında başı altından, göğsü ve kolları gümüşten, beli ve kalçası tunçtan, bacakları demirden, ayakları ise kilden koskoca bir heykel görür; kilden ayaklar bir taşa basınca kırılıp parçalanır; ardından demir bacaklar, tunç bel ve kalçalar, gümüş göğüs ve kollar ve nihâyetinde altın baştan müteşekkil bünye paramparça bir hâlde o taşın üstüne yığılarak âdetâ bir dağ oluşturur…

Danyâl -aleyhisselâm- rûyâyı, Buhtunnasr’ın altından kudretli bir baş yânî hükümdâr olduğu, ondan sonra da sırasıyla gümüş, tunç ve demir mesâbesinde hükümdârların geleceği, en sonunda ise Bâbil’in parçalanıp yıkılacağı; ama, hemen ardından dağ gibi yüce ve sağlam bambaşka bir devletin kurulacağı şeklinde tâbîr etmiştir…

Bu hikmetli tâbîr üzerine Buhtunnasr’ın derûnuna ferah ve inşirâh gelmiş; onun âlimleri, kâhinleri ve müneccimleri ise sâhil-i selâmete çıkmışlardır…

***

Rûyânın, töreli mizâhın en meşhûr şahsiyeti sayılan Nasreddîn Hoca’nın latîfelerinde de görülen mühim unsurlardan biri olduğunu söylemek gerekir… Hoca’nın bu minvâldeki latîfeleri, onun rûyâ mes’elesine yaklaşımlarına, bakış açılarına ve görüşlerine de ışık tutmaktadır… Bunlardan birisi, bu şerh denemesinde ele alınacak, okunup yorumlanacaktır…

Latîfe şöyle:

****

Hoca, beldenin kâdîsıdır… Bir gün iki adam bağrışa çağrışa tartışarak huzûruna girer… Adamlardan biri diğerini şikâyet ederek şöyle söyler:

– Kâdî efendi, ben bu heriften dâvâcıyım; gece rûyâmda benden şıkır şıkır 30 akçe aldı; şimdi de vermek istemiyor…

Dâvâlı adam kızgın ve ne diyeceğini bilemez bir hâlde…

Hoca ise, hayretler ve taaccübler içerisinde, kara kara bu mes’eleyi nasıl halledeceğini düşünür… Derken, birden dâvâlıya dönerek:

– Yanında 30 akçe var mı..?

diye sorar…

Adam, Hoca’nın bu sorusu karşısında daha da şaşkına döner; ama çâresizce, kesenin içine 30 akçe sayarak Hoca’ya uzatır…

Hoca dâvâcıyı yanına çağırır, kulağını kendisine doğru uzatmasını söyler; ardından akçe kesesini sallayarak şıkırtılarını adama dinletir, sonra da der ki:

– Tamam, artık hakkını aldın; rûyâda şıkır şıkır sayarak verdiğin 30 akçenin şıkırtıları bunlar; bu kadarı sana kâfî..!

*****

Bu latîfede Hoca, hem kâdî ve hem de muabbir -tâbîrci- vasfındadır… Kâdî Hoca, dâvâcının gördüğü rûyâyı bir bakıma tâbîr etmiş, ona göre de hüküm vermiştir… Hoca’nın şâhid olduğu hâdise ve verdiği latîf hükmün şerhine gelince:

𝟎 Töreli metinlerde Hadîs olarak rivâyet edilen “İnsânlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar.” sözünün, bu latîfenin zımnında da bulunduğu söylenebilir… Buna göre, bu dünyâ bir uyku ve bir rûyâ âlemidir; ölerek âhirete doğan insânlar, hakîkatlar âlemine şehâdet edeceklerdir…

Şu hâlde, latîfedeki rûyâdan murâdın dünyâ, huzûrdan -yânî mahkemeden- murâdın ise mahşerdeki mahkeme-yi kübrâ -en büyük mahkeme- olduğu söylenebilir…

𝟏 Bilindiği üzere, kâdî -kâzî-, “kazâ” kelimesinden gelmektedir; kazâ, Osmanlı devlet teşkîlâtındaki idârî birimlerden -vilâyetin altında- biri ve kâdî ise bir kazâda insânlar arasındaki hukûkî mes’eleleri, dâvâları, müşkilleri hall yoluna koymakla vazîfeli şahıstır… Kazâ, bu arada ayrıca “kâdîlık vazîfesi, işi” gibi bir husûsî anlamı da üzerine almıştır…

Maamâfîh, latîfede “kader-kazâ” alâkasıyla da değerlendirilmesi mümkün olan “kâdî”dan hakîkî murâdın, şehâdet âlemindeki kazâyı da, onun gayb âlemindeki aslî hakîkatı sayılan kaderi de yaratan Kâdir Allâh olduğunu söylemek îcâb eder… Yânî, Allâh, kulları arasında mutlak adâleti te’sîs ederek mutlak hükmü verecek olan kâdî-yı mutlaktır…

𝟐 Kul bu dünyâda ne yaparsa, âhirette tastamâm onu bulur; ne bir eksik, ne bir fazla… Zîrâ, bu hakîkat “Yevme izin yesduru’n-nâsu eştâten li-yurev a‘mâlehum. Fe men ya‘mel miskâle zerretin hayran yerah. Ve men ya‘mel miskâle zerretin şerran yerah. (O gün, insânlar amelleri kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük kabirlerinden fırlayacaklardır. Artık, kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, mükâfâtını görecektir; kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.)” (Zilzâl / 6-8) âyetleri ile tesbît edilmiştir…

Sanki bir rûyâ âlemindeymiş gibi işlenen geçici amellerin kalıcı mükâfât ve cezâları, yânî, bu dünyâ uykusunda görülen rûyâların karşılıkları âhiret âleminde rü’yet hâline büründürülüp gösterilecektir…

𝟑 Kazâ, bir bakıma kaderin kâinât-dünyâ aynasındaki tecellîsi sayılır… İnsân, ezelî kaderini ömrün kazâ aynasında temâşâ eder; dünyâ hayâtının âkıbetinde ise, amellerinin karşılığını dirilişin kazâ aynasında, yânî adâlet ve hüküm aynasında görür…

Yukarıdaki âyetler muvâcehesinde söylenecek olursa, âhirette kulların kendilerine gösterilerek görecekleri her şey, mutlak bir adâlet ile mutlak bir hükmün tecellîsinden başka bir şey olmayacaktır…

𝟒 Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundaki mahkeme-yi kübrâda kullara her eylemlerinin, her amellerinin, beşerî hukûka dâir her şeyin, her zerrenin, hattâ ve hattâ şıkırtıların bile hesâbı sorulacaktır… Kullar yaşadıkları muhîte karşı yaptıkları gürültülerin, gösterdikleri kirli görüntülerin, komşularına verdikleri her türlü râhatsızlığın hesâbını vereceklerdir…

𝟓 Şıkır şıkır verilen rûyâ akçelerinin karşılığı olarak mahkemede istenen gerçek akçelerden murâd, borç para üzerinden kazanılmak istenen kâr, yânî fâizdir… Fâiz ise, hak değildir, haksız kazançtır; ne verilmişse ancak o taleb edilebilir; yânî, rûyâdaki şıkırtının hükmî karşılığı da sâdece bir şıkırtı olabilir…

Fâiz beklentisi ve sözleşmesi, insânı hakîkî-ebedî mânâda bir iflâsa sürükler; o insân bu yolla elindeki sâlih amellerini de kaptırıp kaybederek mahkeme-yi kübrâda tam bir müflis durumuna düşer…

𝟔 Kullar, mahşer mahkemesinde her bir şeyin peşine düşeceklerdir; zîrâ, o en hassâs mahkeme mîzânı -terâzîsi- her şeyi miskâliyle tartacaktır… Öyle bir mahkemede kurtuluş arayan kullar, âdetâ dünyâ hayâtındaki şıkırtıların bile peşine düşecekler, haklarını arayacaklardır…

******

Töreli edebiyât, baştan sona bu dünyâ rûyâsının tâbîrleriyle, yorumlarıyla doludur… Bâkî, bu cihân efsânesine aldanmamak gerektiğini, bu cihânın gamının ve mutluluğunun âdetâ hayâl ile uyku mesâbesinde -geçici- olduğunu beyân ediyor:

Cihân efsânedür aldanma Bâkî

Gam u şâdî hayâl ü hâba benzer…

Nef‘î de, bu âlemin, gerçekte bir düş, bir rûyâ olduğuna ve bir rûyâlık uyku gibi göz yumup açıncaya kadar hızla geçtiğine işâret ediyor:

Bir düş gibidür hak bu ki ma‘nâda bu âlem

Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler…

*******

Dünyâ hayâtı, ham ve kaba insânlara yorucu uyku, karmakarışık rûyâ, hattâ bir kâbûs gibi gelir, oldukça zor geçer; kâmil ve latîf insânlar için ise sâdık, berrâk ve müjdeleyici bir rûyâ gibidir ki onlar öteki âleme gülerek, sevinçle uyanırlar…

Allâh, cümle rûyâlarımızı hayra tebdîl etsin; uyanınca sükût-ı hayâle uğramaktan cümlemizi muhâfaza eylesin…

Âmîn bi-hurmeti’l-Emîn…

Abdülkadir Dağlar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu