Hakîkatın Hakkı
-Nasreddîn Hoca Şerhi – 10-
“Hakîkatı haykıranlara
hakkı tutup kaldıranlara
hikmetle hükmedenlere
ve hikmete râm olanlara
hürmetle ithâf olunur…”
*
Erzurumlu İbrâhîm Hakkı,
Mansûr Ene’l-Hakk söyledi hakdur sözi Hakk söyledi
Nâdân mukayyed anladı ammâ ki mutlak söyledi
derken, hakîkatın mühim bir yönüne işâret etmektedir:
Hakîkat, sâbit ve mutlaktır; zamâna, mekâna ve de şahıslara göre değişmez; ammâ zaman ve mekânla mukayyet olan, hakîkata bağlı olarak değişken olan, hakîkata bakanlar ile onların bakışları ve düşünceleridir…
Cenâb-ı Hakk’ın “Ben Hakk’ım..!” demesi, en büyük hakîkattır; sevdiği kulunun dilinden konuşan da yine bizâtihî Cenâb-ı Hakk’tır… Zîrâ, meşhur hadîs-i kudsîye göre, farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allâh’a yaklaşmaya çalışan sâlih ve sâdık kul, Allâh’a bir adım attıkça Allâh ona on adım atar, o kul Allâh’a yürüdükçe Allâh ona koşar; öyle bir hâle varır ki Allâh o kulun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, söyleyen dili olur; o kul, Allâh’la görür, Allâh’la işitir, Allâh’la tutar, Allâh’la söyler… İşte, Hallâc-ı Mansûr’u da dile getirip söyleten, bu hâldir…
Hakîkat’ın, nusret –yardım– ve beşâret –müjde– dolu, güzel bir tarafı da şudur:
Hakîkata yönelip meyleden kimseye hakîkat da yönelip meyleder; hakîkatı görmek isteyen kimseye, hakîkat da kendini gösterir… Hakîkata bir adım atana, hakîkat da on adım yaklaşır; hakîkata durmadan yürüyene doğru, hakîkat da koşarak gelir… Hakîkat ile o kimse arasında vuslat vukû bulduğunda, o hak ve hakîkat adamı, artık hakîkatı görür, hakîkatı işitir, hakîkatı söyler…
Yine denilebilir ki hakîkat, ancak hakîkat tâliplerinin nasîbi ve kısmetidir… Hakîkat diye bir derdi olmayanlar, hakîkat cevherine lâyık değillerdir, olamazlar da:
Gevhersüz gönüllere yüz bin söz eydürisen
Hakdan nasîb olmasa nasîb olası degül
diyor, hakîkat yolunun hikmetli yolcusu Yûnus Emre; hakîkat incisi, hak ve hakîkattan nasîbi olan gönüllerindir…
Hak ve hakîkatın tecellîlerini, türlü latîfelerinde kendine has mizâh üslûbunca beyân eden Nasreddîn Hoca, “haklılık” meselesine de çok vecîz ve mânâ yüklü bir yorum sağlamaktadır… Bir daha hâtırlayıp şerh etmekte yarar var:
**
Hoca’nın kadılık yaptığı dönemde, evinin kapısına bir adam gelir ve bir kişiden şikâyetçi olur… Hoca ona der ki:
– Haklısın, efendi..!
Adam gider; biraz sonra onun şikâyet ettiği adam gelir; o da öbürünü şikâyet eder… Hoca ona da aynı şekilde cevap verir:
– Haklısın, efendi..!
Bu durumu izlemekte olan Hoca’nın karısı çıkışır:
– Hoca hoca, bu nasıl kadılık böyle; iki adam da birbirinden şikâyetçi, ama sen her ikisine de “Haklısın, efendi..!” deyiverdin; ben bu işten bir şey anlamadım..!
Karısının doğru söylediğini gören Hoca, ona da şöyle der:
– Haklısın, hanım, sen de haklısın..!
***
Hak, hakîkat ve hikmet mefhumları dâiresinde bu latîfenin şerhine dâir neler söylenebilir; “ifâde vü istifâde” yoluyla bir okuma denemesinde fayda var:
𝟎 Hak, her zâviyeden aynı şekilde ve aynı hakîkatta görünmez; her insânın hak telâkkîsi, yâni hak anlayışı ve algılayışı farklı seviyededir… Herkes, kendi zâviyesinden, kendisine göre haklıdır… Hoca’nın, –ikisi şikâyetçi ve biri kendi karısı– her üç şahsa da “Haklısın..!” demesinde, –ayrı ayrı her birine göre– bir yanlışlık söz konusu değildir; çünkü, her üçünün de duymak istediği hakîkat, kendi kabulleridir, yâni, kendilerinin haklı olduklarıdır…
Bununla birlikte, Hoca’nın karısını, îtiraz ve şikâyetine rağmen susturan şey ise, “Sen de haklısın..!” denilerek haklı bulunmasıdır… Demek ki, haklı olduğu söylenerek öylece bâtıl bir zanna sevkedilen bir kimse, kendisini mutlak mânâda bir hak arayışından alıkoyabiliyor…
𝟏 Hakîkat, her insâna aynı seviyeden söylenmez; zîrâ, her insânın hakîkatı duyabilme seviyesi değişkenlik arzetmektedir… “Kellimu’n-nâse ‘alâ-kaderi ‘ukûlihim. (İnsanlarla, onların akılları kadarınca konuşun.)” hadîs-i şerîfi mısdâkınca, her akla hâtırlatılabilecek hakîkat seviyesi, ancak kendi mertebesincedir…
Hoca’nın, üç şahsın her birine de tafsîlâta girmeden aynı kısa cevaplarla hüküm vermesi, onların hikmete açık görünmediklerinden kaynaklanmış olabilir… Zîrâ, hikmet, her akıl seviyesinin kaldırabileceği bir cevher değildir; idrâki kıt olanlara ise sözü fazla uzatmamak gerekir…
𝟐 Latîfede, her iki şikâyetçiyi ayrı ayrı tasdîk eden şâhitler yoktur; Hoca’nın karısı ise, sâdece şikâyetçilerin şikâyetlerine ve Hoca’dan aldıkları cevaplara şâhittir… Delilsiz, şâhitsiz ve şehâdetsiz bir iddiâ, beşerî düzlemde hüküm verme açısından bir hakîkat değeri taşımaz… Şehâdet ise, ancak hakîkata tâlip olabilmek ve delilleri doğru okuyabilmekle mümkün hâle gelebilir…
𝟑 Hakîkat, aynı zaman ve zemin düzleminde yer alan bir kıymeti ifâde eder… Latîfede Hoca’nın muhâtabı olan üç şahıs, aynı anda değil de ayrı ayrı şikâyette –ve îtirazda– bulunuyorlar… Kezâ, her üçü de farklı şahısları –iki adam birbirini ve Hoca’nın karısı da Hoca’yı– şikâyet ediyor… Dolayısıyla, her üçü de farklı anlarda aynı “Haklısın..!” hükmüne muhâtap oluyorlar…
Ayrı ayrı herkes “haklı”dır; hüküm ise, tüm tarafların aynı zaman ve zemin düzleminde bir arada olduğu ve birbirleriyle yüzleştirilebildiği bir anda verilebilir ancak… Zîrâ, bir mahkemede “eşzamanlılık” ve “eşzeminlilik” esastır…
𝟒 Mahkeme, sâdece “haklı” yâhut “haksız” bulunma yeri değil, hikmete dayalı hükmün tecellî ve tezâhür ettiği yerdir… Mahkeme, tarafların ve de yargılamaya şâhit olanların akıllarında cevâbını bulamadıkları sorularla ayrıldıkları yer değil, geniş bir hikmet ve basîretle verilmiş hükümler sâyesinde kanâat, tatmin ve gönül huzûru içinde dönüp ayrıldıkları yer olmalıdır…
Şahsa âit bir mekân, hükümde tarafgirlik algısına sebebiyet verebilir… Dolayısıyla mahkeme, Hoca’nın –kadı efendinin– şahsî evinin kapısı değil, kamuya âit ve umûma açık bir mekân olmalıdır…
𝟓 Hoca, her üç şahsa da “Haklısın..!” cevâbını vermiş olsa da, verilen bu cevaptan hiçbirinin tam mânâsıyla memnûn oldukları söylenemez; zîrâ, onlar, şikâyet ettikleri kişilerin “haksız” olduklarının tasdik ve te’yîd edilmelerini de beklemektedirler… Yâni, onlara göre, “haklı oluş”un yanında “haksız oluş”un da dile getirilmesi, haklı tarafın karşısında da haksız tarafın konumlandırılması gerekirdi… Hiç kimse, tüm tarafların aynı anda haklı olabilecekleri ihtimâlini hesâba katmak istememektedir; herkes, sâdece haklı bulunmakla yetinmeyerek karşı taraftan da alacaklı duruma ve üstün bir konuma geçmek istemektedir…
𝟔 Sâdece bir hâdise ve bir dâvâ bağlamında olmasa da, her insânın –istisnâî de olsa– haklı olabileceği bir durum vardır; Hoca, o muhtemel ve mümkün duruma işâretle -te’vil yoluyla– her iki şikâyetçiyi de haklı saymış olabilir… Bununla birlikte, Hoca’nın, tarafların kısmî haklılıklarını kasdederek onları haklı saymış olma ihtimâli de söz konusudur…
Ayrıca, basit anlaşmazlıklarda tarafların yalnızca birini haklı sayıp diğerini haksız saymak, aradaki husûmeti körükleme ve ehemmiyetsiz bir tartışmayı büyütme tehlikesi de taşımaktadır… Eğer bu latîfedeki de böyle bir durum ise, Hoca, her iki tarafın da –kısmen de olsa– haklı bulunmasında beis görmemiş olabilir…
𝟕 Latîfede şikâyetçi durumdaki her üç şahıs, akl-ı ma‘âş –rasyonel akıl– seviyesinde düşünebilen, sâdece gördüklerini ve duyduklarını kendi gözlerinden değerlendirebilen kişilerdir… Hoca ise, akl-ı ma‘âdı –hikemî aklı– temsîl etmektedir; yâni, hâdiselere hikmet burcundan bakarak hakîkatı yorumlamaya çalışan kimsedir…
Hoca’nın karısının anlayamadığı şey, Hoca’nın “Haklısın..!” sözlerindeki hikmettir… Hikmet ise, beşerî hükmün –hakemliğin yâhut hâkimliğin– esâsıdır, cevheridir; hikmetsiz hüküm, bâtıldır; hakîkatı perdeler, adâleti ise yok eder…
Allâhu a‘lem bi-murâdihî…
****
Hakk ve hikmet… Hakîkat ve hükm…
Beşerî hakîkat, cenâb-ı Hakk’tan bir tecellîdir; beşerî hüküm ise, ilâhî hikmetin bir tezâhürü… Hakkın hakîkî mâliki el-Hakk’tır; hükmün hakîkî sâhibi ise el-Hakîm-i mutlak… Beşer düzleminde bir hak ve haklılık iddiâsı ise, ancak Hakk teâlânın izin ve icâzet verdiği takdir sınırları dâhilinde hakîkata taalluk edebilir…
Kul, hakkını arama, haklı bulma veyâ hak verme sadedinde adâlet terâzîsini gözetmeli; hakkı ve hakîkatı, hikmet diliyle ve güzel bir üslûpla beyân etmelidir… Kul, haklılara haklarını dağıtırken, Hakk’ın mülkünden kullandığını, onlara Hakk’ın takdir ve taksîminden verdiğini gözden kaçırmamalıdır; ona göre de çok hassas davranmalıdır…
Hakk’ın takdîrine îtibâr etmeyen bir hak iddiâsı ile Adl’in rızâsını gözetmeyen bir adâlet arayışı, bâtıldır…
Kader ve kazâ…
Hikmetin hakîkatı yâhut hakîkî hüküm, kader levhasında, yâni “Levh-i Mahfûz”dadır… Kâzî –kadı-, “kazâ işini gören; kaderin hükmünün kazâ kisvesiyle gerçekleşmesine vâsıta olan” demektir… Kâzî –kadı-, kader levhasındaki ezelî hükmü, kazâ(lar) âleminin kazâ düzleminde, hikmetiyle tecellî ettirmesi gereken kişidir…
Hikmetsiz kazâ –hikmetsiz kadılık-, yâni hikmetsiz mahkeme, hükmen bâtıl sayılır… Hikmet sâhibi olmayan kişinin, hakem ve hâkim olması da mümkün değildir… Mahkeme taraflarının öncelikle el birliğiyle tahakkuk ettirmeleri gereken şey, hükme hikmetle varmayı te’sîs etmek olmalıdır… Hâkim, hikmetle hükmetmeli; mahkûm ise, hikmete râm olmalıdır…
Bu âlem, –canlılarıyla ve cansızlarıyla– öncelikle Hakk’ın mutlak mülküdür ve de bu âlem üzerinde mutlak hâkimiyet Hakk’ındır… Hakîkat-hikmet dâiresinde hakeme, hâkime ve hakîme düşen vazîfe ise, öncelikle Hakk’ın hukûkunu muhâfaza etmek, hükmünde bu hukuk çizgisinden aslâ sapmamaktır; zîrâ, Hakk’ın hukûkuna riâyet etmeyen, halkın hukûkunu hiç gözetmez…
*****
Hulâsa-yı kelâm…
Her şeyin bir hakkı olur da, hakîkatın bir hakkı olmaz mı..?
Hakîkat, haykırılmak ister, halk –ve mahlûkât– içinde korunmak ister, tutulup kaldırılmak ister, canla başla savunulmak ister… Hakîkatın hakkını
Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım
Çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım
diye haykırarak dile getiren Mehmed Âkif, aynı hikmet burcundan, yüksek sesle söylediği
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl
mısrâıyla da, hakîkî hürriyet ve istiklâl –özgürlük ve bağımsızlık– hakkının bile ancak Hakk’a tapan halka –millete– âit olabileceğine hükmeder… Nitekim, hak mücâdelesinin bizâtihî kendisi de, Hakk’tan başkasına kul olmayanların, yâni halk arasında tam anlamıyla özgür ve bağımsız ruhlu olanların hakkıdır…
Unutulmamalı ki hak ve hakîkat, Hakk’tan halka bir emânettir; emânetin muhâfazası ise îmandandır…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar