
TÖRELİ İŞTİKÂK – 65
Gâr~Gâret~Gavr~Gayr~Gayret Kelimelerine Dâir
“Mağâranın
son gayretkeşleri
töreli gârdaşlarıma
bâkî muhabbetlerimle…”
Âdem Ata’dan günümüze insânoğlunun yeryüzündeki en köklü, en büyük ve en yorucu eylemidir, dünyâyı ve dünyâ hayâtını anlamaya çalışmak… Nereden geliyor ve nereye gidiyor insan..? Dünyânın dönüşü nereyedir..? Dün ne oldu, yarın ne olacak..?
Ve benzeri sorularla yorar, yorulur ve yoğrulur, insan; bu derin soruları kendisine hiç sormayan hemcinslerini sığ bulur, zamanla onlardan daha başka olduğunu ve ayrıldığını hisseder… Kendisini mekân olarak da ayırır o sığ insanlardan; dağları, tepeleri, okyanus kıyılarını, adaları, mağâraları mesken ve melce’ edinmeye başlar… Varlığın ve var oluşun mâhiyetine dâir derin düşünen insanların müşterek mâcerâsıdır, bu…
Dille düşünür, insan, dille inanır ve dille yorumlar… Ve kendi kendisiyle ancak dil yordamıyla konuşur… Sonra, bizâtihî dilin mâhiyetini kavramaya çalışır ki kâinâtın kânunnâmesini daha doğru okuyabilsin ve daha iyi anlayabilsin… Gökten kavramlar yağar, yerden kelimeler biter; kelimeler yükselerek mânâlarına kavuşmaya çalışırlar…
İnsan, dilin en girift düşünce yollarını bünyesinde derleyip toplayan mağâra..! Düşünmek, bu mağâradaki en büyük ibâdetlerden biri; düşe düşe düşünmek..! Ve iştikâk, dil mağârasındaki kavramların gavrına varma ve kelimelerin hakîkatına erişme gayreti..!
Bu tecrübe-yi kelâm ise, g(ayn) ile r(â) harflerinden müteşekkil bir ecvef masdardan türemiş bâzı kelimeler etrâfında gerçekleşecek bir iştikâk temâşâsına ayna tutacaktır:
Gâr, “dağ yâhut tepede toprak yâhut kayalık zemîne açılmış oyuk yâhut kovuk; sığınak, korunak; in; –küçük– mağâra” demektir…
Gâret, “talan, yağma, vurgun, çapul, iğtinâm –ganîmet bilme-; karşı tarafı yağmalamak için yapılan akın; yağma saldırısı; yağmalamak için bir şeyin başına üşüşmek” anlamlarına gelmektedir… Gâret eden yağmacıya ve çapulcuya ise gâretger denir…
Gavr, “iç mekânın en dibi; içerinin en içi; kuyu gibi yere açılmış oyukların en derin noktası; bir şeyin aslı, esâsı, künhü, hakîkî mâhiyeti, kök noktası; bir mevzû‘un ve bir mes’elenin en derin dip noktası” anlamlarındadır…
Gayr, “dış, başka; dışı, öteki, başkası” anlamlarına gelmektedir; cem‘ –çoğul– hâli olan ağyâr kelimesi de töreli dil ve edebiyâtımızda sıklıkla kullanılmıştır…
Gayret, “çalışıp çabalama isteği; düşmânın hücûmuna ve nâmahremin tasallutuna karşı savunma duygusu; zorlamalara karşı dayanma gücü; tahammül, sabır, çıdam; taraf tutma” anlamlarında kullanılmaktadır…
Gâr, gâretten sakınılması, korunması gereken mahaldir… Gâr, gavrın eşiğidir; yeryüzünün gavrına, derinliklerine doğru açılan giriş kapısıdır… Gâr, yaratılışın, türeyişin ve var oluşun gavrı yâhut aslî mâhiyeti üzerine derinlemesine düşünme eyleminde bulunma mekânıdır… Gâr, dışarıya, başkasına, gayra ve ağyâra değil de, içeriye ve kendisine yönelip bakma yeridir… Gâr, gayra karşı gayrete gelme, düşmâna karşı kendisini savunup toparlama mahallidir; meselâ, Peygamber efendimiz –sallallâhu aleyhi ve sellem– de, Uhud Gazvesi esnâsında yaralanıp dişi kırıldığında kendisini toparlayabilmek için Uhud Dağı’nda bulunan gâra çekilmiş, bir müddet orada dinlenmişti…
Gâret, gâra göz dikmek, gâra saldırmak, gârı yağmalamaktır… Gâret, gayrın gârın hürmetini hîçe sayması, elini kolunu sallayarak gâra dalmasıdır… Gâret, gayrın –nâmahremin, düşmânın– gayretidir ve ancak ağyârın yapabileceği bir eylemdir… Gâret, ağyârın gârı ele geçirip gavra sâhip olma gayretidir…
Gavr, gârın dibi ve aslî mâhiyetidir… Gavr, gârın haremi, mahrem noktasıdır… Gavr, gârın mahzeni, hazîne dâiresidir… Gavr, gârdaki tefekkürün gâyesidir… Gavr, ağyârın gâretine uğramaması gereken en mahrem alandır; zîrâ, gâretin aslî gâyesi gavrdır… Gavr, gayrın ve ağyârın hakîkî bir kıymeti bulunmadığını isbât edip gösteren aynadır; zîrâ, gavr cevherî, gayr ise arazîdir… Gavr, bir şeyin “efrâdını câmi‘, ağyârını mâni‘” hakîkatıdır… Gavr, gayretin ulaşmak istediği asıl hedeftir; gavra ancak gayretle varılabilir…
Gayr, gâra ve gârın asıl sâhibine mahrem olmayandır; meselâ, Beytullâh bir gâr ise Allâh’tan başkası gayr sayılır; kezâ, kalb bir gâr ise mâşuktan başkası gayr sayılır… Gayr, gârete kalkışma ihtimâli ve tehlikesi taşıyan kimsedir; gayr, gâretger kimsedir… Gayr, gavra varmaya izinli olmayandır; zîrâ, gavr mahrem mahaldir… Gayr, gavrın nâmahremidir… Gayr, gâra ve gavra sokulmamak için gayret gösterilip karşı çıkılması gereken şey yâhut kimsedir… Gayr, gayretin düşmânıdır…
Gayret, gâr açma ve gâra girip gavra ulaşma çabasıdır… Gayret, gârı savunma ve gavrı koruma azmidir… Gayret, gayrı gâra sokmama cehdi ve gavrı ağyâra gâret ettirmeme kavgâsıdır… Gayret, Şemseddîn-i Sivâsî’nin
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk
Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma‘mûr olmadan
mısrâlarında belîğ bir şekilde ifâde ettiği üzere, gayrı ve ağyârı gönül gârından sürüp çıkarma mücâhedesidir… Gayret, gayrın ve ağyârın gâretine karar ve sebât ile direnme sabrıdır…
Bu kelimelerin tamâmını ism-i mekân –yer ismi– cinsinden alâkadâr eden bir kelime var:
Mağâra, “dağlara, tepelere ya da yer altlarına doğru oyularak oluşmuş yâhut açılmış, insanlara ve hayvanlara geçici veyâ kalıcı olarak korunak, sığınak veyâhut barınak teşkîl eden tabîî hayat alanı; oyuk, kovuk, in; geniş gâr” anlamlarına gelmektedir ki “kehf” kelimesi ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır…
Mağâra, gâr yeridir; oyuk ve kovuk şeklinde birbiri içine girmiş birçok gârın bir arada bulunduğu mekândır… Mağâra, birçok gârın birbirine iç gâr yollarıyla bağlandığı büyük gârdır…
Mağâra, gâretin ana hedefindeki mekânlardan biridir; zîrâ, mağâralarda defîneler gömülü olabilmektedir… Mağâra, hazîneyi gâretten ve gâretgerlerden koruyup saklama yeridir… Mağâra, gâretgerlerin hücûmundan kaçıp sığınma, ağyârın gâretine karşı koyup direnme yeridir…
Mağâra, gavr mahallidir; dışarıya doğru değil, içeriye doğru ilerleyip derinleşmenin yeridir… Mağâra, insânın kendi iç âleminin gavrına dalma, kendisini gavrına doğru keşfetme ve dalga dalga gavrından gelen sesleri dinleme mekânıdır… Mağâra, tefekkür temâşâsı yoluyla kâinâtın ve mevcûdâtın gavrına erme yeridir… Meselâ, Resûlullâh efendimiz de, bi‘setin öncesindeki aylarda, sıklıkla Cebel-i Nûr’da bulunan Gâr-ı Hirâ’da inzivâya çekilir, orada derin tefekkürlere dalarmış; nihâyet, bir Ramazân günü de orada ilk vahye muhâtab olmuş…
Mağâra, gayr yeridir; gayr dâiresinin belirlenme, dostla düşman, mahremle nâmahrem ve misâfirle gâretger arasına çizgi çekilme mahallidir… Mağâra, dostluk dâiresi içindeki mahrem musâhiplerle hemhâl ve sırdaş olma, mahremiyet dâiresine giremeyecek olan gayrı ve ağyârı ise dışarıda bırakma mekânıdır… Mağâra, kendisini halktan gayrı görerek ağyârdan kaçıp uzlet ve inzivâya çekilme yeridir…
Mağâra, gayret mahallidir; içeriye doğru yönelme ve içeriye doğru ilerleme gayretinin yeridir… Mağâra, tahammül, sabır ve mukâvemetle gayret gösterme mahallidir; teşbîhi yerindeyse, Ferhâd’ın Şîrîn uğrunda cân verene kadar külünk salladığı, taş kırdığı mekândır…
Mağâra istiâresi…
Ana rahmi mağâradır ve baba ocağı mağâra… Beyin mağâradır ve kalb mağâra… Ağız mağâradır ve kulak mağâra… Göz mağâradır ve burun mağâra… Ve bütünüyle insan bir mağâra ki îman, fikir, his, vicdan, gâye, mefkûre, aşk, şevk, muhabbet; hepsi onda mündemiç ve hepsi onda neşv ü nemâya hâzır…
İnsânın bâtıl ve fânî olandan kaçarak rûhen, aklen ve fikren Hakk’a ve hakîkata yönelip sığındığı her yer mağâradır… İnsânın vahy-i İlâhî yâhut ilhâm-ı Rabbânî’ye muhâtab olduğu her yer mağâradır… Uyku mağâradır ve hayâl mağâra… Bedeninden kurtulup yakalandığı aklı ve aklından kaçıp sığındığı kalbi, hep mağâradır…
Gökkubbe mağâradır ve yerküre mağâra… Mescit mağâradır ve mektep mağâra… Mihrap mağâradır ve eyvan mağâra… Beşik mağâradır ve mezâr mağâra… Ezcümle, insânın sığınıp korunabileceği bütün oyuklar, kovuklar ve hücreler; hepsi birer mağâra…
Yûsuf bin Ya‘kûb –aleyhimusselâm-…
Hazret-i Ya‘kûb’un Beytü’l-Ahzân’ı –hüzünler evi– da bir mağâradır… Hazret-i Yûsuf’un atılıp terkedildiği kuyu da, köle olarak satıldığı saray da, hapsedilmiş olduğu zindan da birer mağâradır… Mağâralarda ne tâlihler, ne müjdeler sırlıdır; kim bilir..!
Eflâtûn-ı hakîm de bu dünyâdaki insânın hakîkî varlık ile gölge varlık karşısındaki hâlini meşhur “mağâra istiâresi”yle pek vecîz bir şekilde temsîl etmişti… Elhakk, bu dünyâ kâinat mağârasının duvarıdır; hakîkat nûru da mevcûdâtın gölgesini bu dünyâ duvarına yansıtmaktadır… Hakîmdeki gayret ise, mağâranın duvarındaki gölgelerin gavrını kavrayıp anlama çabasından ibârettir… Gölgeleri hakîkat zannetmek ise, ne büyük gaflettir..!
Gârdaş mı karındaş mı..?
Gardaş, bilindiği üzere, Türkçe’de, karın+daş kelimesinden türemiş kardaş (>kardeş) kelimesinin kimi ağızlara mahsus telâffuzlu hâlidir… Öyle de olsa, kardeşlik bağını, sâdece “aynı sulbden ya da aynı batından çıkmış çocukların birbirine karşı durumu” şeklinde telâkkî etmeyip, “İnneme’l-mu’minûne ıhvetun… (Ancak mü’minler kardeştir…)” (Hucurât / 10) âyetinin tesbit, târif ve telkîniyle de kanda müştereklikten ziyâde îmanda müştereklikte kavrayan anlayışa göre, kardeşlik hukûkunun nümûne-yi imtisâle büründüğü yer Sevr Mağârası’dır…
Mâlûmdur ki, 610 yılındaki Hicret yolunda iki refîk arkadaş, hazret-i Muhammed ile sıddîk yoldaşı hazret-i Ebû Bekir, kendilerini tâkîb eden Mekke’li müşriklerden, Sevr Mağârası’na sığınıp saklanmışlardı; o hâdisenin hâtırasına da, hazret-i Ebûbekir töreli edebî metinlerde “Yâr-ı Gâr” (Mağâra arkadaşı) şeklinde anılmaya başlamıştı…
Esâsında –bir yakıştırma ile de– denilebilir ki, o iki arkadaş orada “aynı mağârada saklanıp sırlanan dostlar” anlamında gâr+daş (>gardaş), yâni hakîkî mânâda kardeş oldular ki bu hâdise, şu âyetin tenzîline de sebep olmuştur:
“İllâ tensurûhu fekad nasarahu’llâhu iz ahracehu’llezîne keferû sâniye’sneyni iz humâ fi’l-ğâri iz yekûlu li-sâhibihî lâ-tahzen inne’llâhe ma‘anâ fe enzele’llâhu sekînetehû ‘aleyhi ve eyyedehû bi-cunûdin lem-terevhâ ve ce‘ale kelimete’llezîne keferu’s-suflâ ve kelimetu’llâhi hiye’l-‘ulyâ va’llâhu ‘Azîzun Hakîm. (Siz ona –Muhammed’e– yardımcı olmasanız da önemli değil; nitekim inkârcılar onu, iki kişiden biri olarak yurdundan çıkardıklarında Allâh ona yardım etmişti: Hani onlar mağâradaydılar da arkadaşına –Ebû Bekir’e– “Tasalanma! Allâh bizimle berâberdir.” diyordu; derken, Allâh ona kendi katından bir güven duygusu indirdi, sizin göremediğiniz askerlerle onu destekledi ve inkârcıların sözünü değersiz hâle getirdi; Allâh’ın sözü ise en yücedir; çünkü Allâh, mutlak güç, hüküm ve hikmet sâhibidir.)” (Tevbe / 40)…
Kehf Sûresi’ne adını veren Ashâb-ı Kehf yâni Mağâra Arkadaşları (Yemlîhâ, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyuş –ile köpekleri Kıtmîr-) da birbirleriyle gârdaş olmuşlardı…
Ne aynı ebeveynin çocukları ve ne de aynı dili konuşanlar… Bu dünyâda hakîkî gârdaşlar, aynı mağârada, aynı gavrın peşinde, aynı gayretle, aynı çileyi çekenlerdir…
Gayretullâha dokundurma..!
Meşhur meseldir, “Allâh, imhâl eder, ama ihmâl etmez.”… Yâni, Allâh azgın ve taşkın kullarına mühlet verir, ama aslâ onları cezâsız bırakmaz…
Mâlûm, gayret, tahammül ve sabırdır; gayretullâh ise, es-Sabûr olan Allâh’ın tükenmez sabrıdır… Bestami Yazgan’ın,
Dokunur gayretine karışma hikmetine
Sâhibi hürmetine kulu incitme gönül
mısrâlarında, mutlakâ muhâfazası istenen, inceden daha ince ve nâzikten daha nâzik bir durum var, şöyle ki:
Kul, başka bir kulu inciterek ubûdiyyet-rubûbiyyet arasındaki çizgiyi aşıp geçmemeli, Rabb’ine hürmeti altüst ederek O’nun hikmetini sorgulamamalı, el-Hakîm’i hikmetinden sorumlu tutmamalıdır; yâni, gayretullâha dokundurarak Allâh’ın sabrını zorlamamalıdır…
Töreli ahlâk ve edebiyâtımız Allâh’tan gayrısını “mâsivâ” olarak nitelemektedir… Mâsivâ sayılan halka –mahlûkâta– dalıp Hakk’ı unutmak, tek ve mutlak Rabb’den gayrısını ilâh edinip ondan yardım ve koruma beklemek gayretullâha dokunur, –maâzallâh– Allâh’ın gazabına ve azâbına sebep olur…
Hulâsa-yı kelâm…
Mağâra, şehrin son kalesidir ve kaleyi gâretten, gâretgerlerden ve ağyârdan korumak için âzamî derecede gayret lâzımdır; çünkü, mağâranın gavrında memleketin en kıymetli hazînesi saklıdır… Bir ülkenin mağâradakileri o ülkenin hakîkî muhâfızlarıdır…
Bu kalem tecrübesini, Cemil Meriç’in Mağâradakiler hâtimesiyle hitâma erdirmek güzel ve mânîdâr olacaktır:
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi.. Hakikat ve sevgi.
Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecitle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.
Arkamda kilometre taşları ve yaprak yaprak dökülen rüyalar. Yeni bir kitabı bitirmek üzereyim: Mağaradakiler.”
Göçenlere rahmet ve mağfiret… Kalanlara selâmet ve letâfet…
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar