Kasem ~ Kısm ~ Kısmet Kelimelerine Dâir
“Lâ-uksimu bi-yevmi’l-kıyâme(h).” âyetiyle kıyâmet günü üzerine, “Ve lâ-uksimu bi’n-nefsi’l-levvâme(h).” âyetiyle nefs-i levvâme üzerine ve “Lâ-uksimu bi-hâze’l-beled.” âyetiyle de Mekke üzerine kasem eden Allâh’ın hikmeti ne yücedir… O, mevcûdâtı kısım kısım yaratmıştır ve onlardan bâzılarını da yeminle anmıştır; arz -yeryüzü-, asr, duhâ -kuşluk-, kalem, kamer -ay-, leyl -gece-, necm -yıldız-, nefs, nehâr -gündüz-, nûn, semâ -gökyüzü-, şems, Târık -bir yıldız-, tîn -incir-, vâlid -ana, baba-, veled -çocuk-, zeytûn -zeytin- gibi…
Mefhumlarda olduğu gibi kelimeler ve âileleri de kısım kısımdır… İştikâk adı verilen ameliye de mefhum ve kelime âilelerini ana kısımlar, alt kısımlar, kökler ve dalları muavâcehesinde ele almaya, tanımaya ve tanıtmaya çalışır… Töreli iştikâk denemelerinden teşekkül etmekte olan yazı zincîrinin bu halkası ise, birbirinden farklı mefhumları karşılamakla birlikte hepsi de müşterek “k(a)-s(e)-m(e)” masdarından türeyip türevlenen bâzı kelimeler etrâfında dönecektir…
Kasem, “ant, yemin” anlamındadır… Kasemin, zımnen ve mecâzen “söz” anlamında da kullanıldığı görülmektedir…
Kısm, “bölüm, bölük; taraf, yan; parça; hisse, pay” anlamlarındadır… Kısmın cem‘ –çokluk– hâli olan aksâm -kısımlar- kelimesi de Türkçe’de kullanılmaktadır…
Kısmet, “nasip, kader, alın yazısı; mukadder olan şey, miktar; rızık, geçimlik; baht, tâlih” anlamlarına gelmektedir…
Kasem, er-Rezzâk’ın, ezelî rızkını mahlûkâta kısm kısm paylaştırmış olduğunun kesinlik ve şaşmazlık bildiren zımnî sözüdür… Kasem, kısm kısm mahlûkât ile kısmetleri arasındaki taksîmâtın yeminli ifâdesidir… Kasem, ezelî kısmeti takdîr eden ledünnî sözdür…
Kısm, ilâhî kasemle belirlenen ezelî bölüm, yeminli paydır… Kısm, takdîr edilen kısmetin âit olduğu bölük yâhut taraftır… Kısm, kısmın kısmetidir; yânî, mahlûkâta kısm kısm düşen paydır… Kısm, ezelî kısmetten sâhibine düşen parçadır…
Kısmet, mahlûkâtın ezelde ilâhî kasemle taksîm edilen rızkı ve geçimliğidir… Kısmet, mahlûkâtın her kısmının kendine düşen kısm yâhut miktardır… Kısmet, kasemli kısmdır; yânî, kısmet, gelmesi kasemle mutlak ve muhakkak olan kısmdır… Kısmet, kısmın kısmıdır; yânî, kime ya da hangi tarafa ne kadar hisse düşeceğinin ezelî bilgisidir…
Varlıklar kısım kısımdır, rûhlar kısım kısım… İnsanlar kısım kısımdır, milletler kısım kısım… Her varlığın ve her rûhun kendince bir kısmeti olduğu gibi, her insânın ve her milletin de kendine özgü bir kısmeti vardır… Bütün bu kısmetler ilâhî bir kasemle tesbît edilmiş, sâbitlenmiştir…
Bu kelimelerle birlikte onlardan müştakk şu kelimelerin de mefhumlar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılarak meselenin dâiresini anlamlandırmada mütâlaaya dâhil edilmesi gerekmektedir:
Taksîm, “bölüştürmek, paylaştırmak; bölümlere, kısımlara ayırmak; kısmeti belirlemek” anlamlarına gelmektedir… Taksîm, kısmları belirlerken, o kısmların her birine düşen kısmetleri de tâyîn etmektir… Taksîm, kısmeti kasemle tâyîn etmektir… Bu anlamlarıyla, taksîm, ilâhî bir fiil, ezelî bir eylemdir…
Maksim –yâhut maksem-, “kısımların belirlendiği yer; kısmetlerin tâyin ve tesbît edildiği yer, kısmet yeri; tarafların birbirine yemîn ederek söz verme yeri, kasem yeri” anlamlarına gelmektedir… Maksim, töreli edebiyatta “meclis-i elest, bezm-i elest; meclis-i ezel, bezm-i ezel; kâlû belâ; âlem-i ervâh; maksim-i ezelî” gibi tâbirlerle ifâde edilegelmiştir…
Maksimdeki ezelî karşılaşmada, Rabb ile kullar arasında bir sözleşme (“elestu bi-rabbikum” – “belâ”) tahakkuk etmiş, bu mecliste tüm kulların kısmetleri –rızıkları, maîşetleri– kasemle te’mînât altına alınmıştır…
Nahnu kasemnâ…
Şaşmaz, sapmaz ve gecikme yapmaz kısmet…
Bir âyet-i kerîme var, ki kısmetin kısım kısım taksîmine kasem mâhiyetindedir, şöyledir:
“Nahnu kasemnâ beynehum ma‘îşetehum fi’l-hayâti’d-dunyâ ve rafe‘nâ ba‘zahum fevka-ba‘zin derecâtin li-yettehıze ba‘zahum ba‘zan suhriyyâ. (Dünyâ hayâtında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık; birbirlerine iş gördürmeleri için –bâzı hususlarda– kimini kimine derece derece üstün kıldık.)”…(Zuhruf / 32)
Töreli şâirlerin zaman zaman bu âyete iktibâs yoluyla göndermede bulundukları dikkat çekmektedir… Meselâ, Usûlî,
Râzı ol nahnu kasemnâda yazılan kısmuna
derken herkesin cenâb-ı Hakk’ın kısmet taksîmine rızâ göstermesi gerektiğine işâret etmekte; âyetin zımnındaki ilâhî kaseme tam îtimat, tam tevekkül ve tam teslîmiyet hâlinde bulunmanın, kulu rızâ gibi yüce bir makâma eriştireceğine îmâda bulunmaktadır…
Kısmet, kısım kısımdır; sıhhat ve rızık misâli bedenî geçimlik ihtiyaçlarda olduğu gibi, huzur ve muhabbet gibi rûhî ihtiyaçlar da kısmetle taksîm edilmiştir… Her kısmet, akl-ı maâşın hükümlerine ve basit mantığın işleyişine uymayabilir… Kezâ, her kısmet, nefsin arzûsuna uygun olmayabilir… Esâsında mühim olan, kulun lâyık görüldüğü şeyi kabûl etmesi, eğer bu cefâ ise, ondan da safâ tahsîl etmeyi bilmesidir… Taşlıcalı Yahyâ, Edirne Şehrengîz’indeki
Bu imiş kısmet-i nahnu kasemnâ
Cefâya lâyık itmiş bizi Mevlâ
mısrâlarıyla, Mevlâ’nın, kısmet hazînesinden –kimi kullarına safâ vermekle berâber– kendisine cefâyı lâyık gördüğünü dile getirmektedir… [Ayrıca, bunu hakkıyla idrâk edişin hakîkî bir irfan sayıldığını da söylemek îcâb eder…]
Mihrî Hatun, güzel sevgililerden –ve onların muhabbetlerinden– yana kendisinin tâlihsiz olduğunu, zîrâ ezeldeki taksîmattan öyle bir nasîbinin olmadığını şöylece dile getirmektedir:
Tâli‘ün yokdur güzellerden a Mihrî çâre ne
Kısmet-i rûz-ı ezelde sana bu olmış nasîb
Şeyh Gâlib de, kısmetlerin Rabb’imiz tarafından taksîm edilip de sâhiplerinin “belâ” diyerek kabûl ettiği ezeldeki elest meclisine telmihte bulunduğu
O zaman ki bezm-i cânda bölüşüldi kâle-yi kâm
Bize hisse-yi mahabbet dil-i pâre pâre düşdi
beytinde, kısım kısım kısmet hazînesindeki kâm –zevk, arzû– kumâşının paylaştırılması esnâsında sûfîlere aşk ve muhabbet hissesi olarak münkesir, kırık, paramparça bir gönül düştüğünü söylemektedir…
İsmet Özel’in Savaş Bitti şiirinin şu kısımlarını ezelî maksim bağlamında ve kasem-kısm-kısmet çerçevesinde okumak da yerli yerince bir hareket olacaktır:
Var mı bilen başıma seni saranlar arasında adını
Mantık mı diyorlar idrak mısın hafıza mı
Sahici bir şeysen eğer söyle bakalım
Neydi sevgilinin koynuma kaçtığı tarih
Yıllardan hangisiydi hangi mevsimdeydik ayın kaçıydı
Koynummuş madem sevgilinin göz diktiği yer kaçmak için
İncecik ürperişli gölgesi cismime neden kıydı
Sor gücün sormaya yetiyorsa var mıymış
Gönlümü bin parçaya böldüğünün bir sebebi
O yürek burkucu gençlik döngülerinde beni çark ettirişi
Ses çürütüp bağrımda
Böğrümden karaltı söktürüşü
Niyeymiş boynumun tan yerine amade kılındığı silkinişler
Türk ilinde fütur eylemeksizin La Belle Dame Sans Merci
Sancak açsın diye mi
Hatırla ikrar etmeye şayan bir hasıla var mı şimdi
Hani savaş patladığında sevdiğim kız
Koynundan senin artık çıkmam deyivermişti
Bunu bir fısıltı halinde çarçabuk
Ve yeminle söylemişti
Yeminle çünkü yemindi olduran olduracak olanı
Yemindi aşkın aşkla bakıştırıldığı sahra
O gün bu gündür savaş denildiğinde zira
Yemin zamanlarından başka şey anlaşılmadı
Ant içildi ahdedildi edildi muharebe
Harbe girişin yemindi girildiyse nişanesi
Öldürdük demiştiler ve bakmışlardı rakama
Ne kadar yemin edildi o kadar kastedildi cana…
Nasreddîn Hoca’nın taksîmi…
Söz kısm-kısmet-taksîm ilişkisine uğrar da Nasreddîn Hoca’ya âit şu latîfeyi anmadan, anlatmadan geçmek doğru olur mu..? Hemen teslîm edelim ki bu, töreli yazının hakkâniyetine sığmaz elbet:
Bir gün çocuklar, ceviz ağacından el birliğiyle topladıkları cevizleri aralarında bölüşemezler, -deyimi yerindeyse- kozlarını paylaşamazlar; aralarında anlaşmazlık çıkar… Bunun üzerine çocuklar, kendilerini izleyen Nasreddîn Hoca’dan yardım isterler, ondan cevizleri adâletle dağıtmasını isterler…
Hoca çocuklarla bir antlaşma -bir sözleşme- yapar:
– Çocuklar, halk taksîmi mi istersiniz, yoksa Hakk taksîmi mi..?
Onlar da hiç tereddüt etmeden hep bir ağızdan şöyle karşılık verirler:
– Hakk taksîmi isteriz, hocam…
Bunun üzerine Hoca da çocukların kimine beş ceviz verir, kimine bir ceviz; kimine avuç avuç ceviz verir, kimine de hiç ceviz vermez…
Bu taksim karşısında şaşkınlık yaşayan çocuklar derler ki:
– Hocam, Hakk taksîmi hîç böyle olur mu, nerede adâlet..?
Hoca da şöyle ders verir:
– Allâh bu, çocuklar, bâzı kullarına az verir, bâzı kullarına çok verir, bâzılarına da hiç vermez; onun hikmetinden hiç suâl olunmaz…
Hulâsa…
Allâh’ın kısmetinden hiç suâl olunmaz… Allâh’ı, –hikmetini bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz– kaseminden ötürü mes’ûl tutamayız… Allâh taksîm eder, kullar kabûl edip râzı olur…
Allâh, kimine sıhhat bahşeder, kimine saltanat; kimine zenginlik verir, kimine huzur; kimini yüksek zekâ ile donatır, kimini kuvvetli hislerle; kimini nefsiyle imtihân eder, kimini îmânıyla; kimine ten cemâli lutfeder, kimine cân kemâli… Velhâsıl, Allâh âdil-i mutlaktır, onun adlinden ve adâletinden hiç suâl olunmaz…
Mevlâ cümlemizi Hakk’ın taksîmi ile kısmetine kâmilen rızâ gösteren kullarından eylesin…
Mehmed Âkif’in aşağıdaki nasîhatlarına cân kulağımızı açalım, cümleten ezelî hikmete râm olalım:
Allâh’a dayan sa‘ye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol
Vesselâm…
Abdülkadir Dağlar