Doç. Dr. Abdülkadir DağlarTöreli Hikâyeler

KIYÂMET

Kıyâmet

Servi dibindeki boş mezarın ayak tarafını çevreleyen duvarın üzerine oturdu bastonuna dayanarak… Kızarmış yüzünde gözyaşlarının kuruttuğu, yazısı okunamayan karışık ifâdeler… Satır satır kırışık alnını burun kemerinin üzerine doğru dikey kesen derin, elifî bir hat… Boş mezarın sağına baktı; genç yaşta ölen dâmâdı otuz yıldan fazladır orada yatıyordu… Solunda, duvarın dışındaki mezarı da amcazâdesi, yani yaşıt arkadaşı mesken edinmişti daha birkaç ay evvel… Ağustosun sıcağında iyi gelmişti ona bu ziyâret; kollarını uçarcasına açtı ve servinin esen serinliğini gömleğinin içinde harâretle bekleyen bedenine sardı… Acabâ bu servinin dibinde kim yatacaktı; orayı verseler isterdi, esiyordu çünkü…

Okumaya gelmişti, okuduğu hatimleri bağışlamaya gelmişti… Arkadaşını düşündü, bahârın başındaki son ziyâretinde hasta yatağının ayak ucunda okurken acı acı yutkunmuştu tüm anılarını… Şimdi de ayağının ucundaydı, yatıyordu… Düşündü… Ömrünü dar bir evde sâdelik içinde geçirmişti, şimdi de hayâtını dar, sâde bir mezarda yaşıyordu… Evet, ölmemişti o, yaşayacaktı…

Kim bilir kaç bininci Yâsîn tilâveti için çekti besmeleyi; arkadaşını göresi gelmişti, ona okumayı, ona dinletmeyi seviyordu çocukluğundan beri… Hicretin takvimiyle doksanlı yaşların başındaydılar… Buzlu suların buğulandırdığı sesiyle, soluk ve kesik nefesiyle hem dinliyor, hem dinleniyor, hem dinletiyordu… Okuyordu: Selâmun kavlen minrabbirrahîm… Bir daha, bir daha okudu bu âyeti, her defasında biraz daha yükselttiği sesiyle… Mavisi yorgun, buğulu gözlerini etrafta gezdiriyor, arada bir kollarıyla servinin serinliğini kucaklıyordu… Dinleniyordu okurken… Kalp atışları hızlanmış, nefesleri sıklaşmıştı…

Tebârekeyi sen okur musun, diye seslendi; torununu dinlerken düşüncelere daldı: Mülk her şeye kudreti olan, kaderin de kaderini takdir eden Allâh’ın elindeydi… Acziyetini düşündü; topraktan bedenini hangi toprak saracaktı… Sarsıldı… Bastonunun ucuyla toprağın yüzüne saplanmış taşları çıkartıyordu… Kabristanın havasını şehrin havasından daha latif buldu; ebedîliğin serinliği ile ferahlamıştı… Oturduğu yerden kalkmak istemediğini hissetti; kelimeler iyice işgal etmişti dalgın fikrini: Ölüm gurbet değil kurbetti… Ölüm hakîkî doğum idi… Ölüm ebedî temâşâ idi…

Dinlenmiş buldu kendini… Kıyâme sûresini okumaya başladı; çok seviyordu bu sûreyi, her okuyuşunda anlamıyla yeniden doğduğunu zannediyordu… Zâten tam da bu sûrenin yeri ve sırası gelmişti; zikrini sûreye, fikrini yine kelimelere bırakmıştı: Kıyâmın da bir kıyâmeti var mıydı? Baba sulbündeki noktanın ana karnında vâv’a dönüşmesi… Ya sonra, elif hâlinde kıyâm ederek dünyâ kapısından giriş… Sol kulağa kâmet okunması… Ya sonra dünyânın kıyâmet çıkışı… Hepsi de büyük işâretler miydi? Yoksa kıyâmın kıymeti kıyâmetle mi idi? Yeniden sordu çoktan cevapladığı sorularını; ama, yeniden cevaplamak için artık çok yorgundu…

Tekâsür sûresini okurken düşünmeyi bıraktı… Bastırdığı yorgunluğu bedenine iyice çökmüştü… Torununa okuttu İhlâs ve diğerlerini… Son bir kuvvetle Âyetülkürsî’yi okudu, hemen duâya geçti; hatimleri ve orada okunan sûreleri bağışlayacaktı o duâ ile… Kimlere yer yoktu ki o duâda… Duâ geleneğinin teşrîfâtına tastamam uydu… Kan şekeri iyice düştü, kelimeler arasındaki mesâfeler artmaya başladı… Hocaları, talebelik arkadaşları, dostları, kardeşleri… Ve hassaten oradaki arkadaşı ile oğlunu andı… Elfâtiha…

Mezarların harâretten çatlamış toprakları, berâberinde getirdiği kızların ellerinden kanarcasına sulanırken o kalanca kuvvetiyle yine düşünmeye çalışıyordu: Bu servinin altına beni yatırırlar mı? Buraya yatıralım mı seni şimdi, dediğini işitti torununun gözlerinden… Daha yıkanmadım, namazım da daha kılınmadı, dedi hâlinin diliyle… Güldü, kalktı, doğruldu… Kıyâmetine daha vardı; istese de kalamazdı… Hazır mıydı, değil mi?

Sekiz yaşında hıfzını tamamladığından beri kaç bin kez hatmetmişti Kur’ân’ı; fikren hazır olduğunu düşündü, ancak rûhu daha mutmain olamamıştı… Kaçınabildiği kadarıyla kebâirden uzak durmuştu; diyebildiği kadarıyla da hakkı, sabrı ve azmi tavsiye etmişti… Ama alınması gereken gönüller vardı daha, kimi kırık, kimi ayrık gönüller, kimi yaşlı, kimi genç… Talebesi geldi aklına, yüzlerce hâfız; kendi gözünden bile sakınmıştı bir kısmını, kulağından da… Acabâ kaçı buruk ayrılmıştı icâzetini alırken; talebenin hoca üzerinde hakkı olmaz mıydı? Olurdu elbet… Başkaları gibi düşünmediğini fark etti, sevindi buna… Kaçı gelecekti, kim bilir, tabutunun başına; rûhu için kaçı hatim indirecekti kendi öğrettiği usûl üzere; acabâ yanlışlarını yine düzeltebilecek miydi?

Acıkmıştı… Ziyâretten gelen düşünceler aslında tüm varlığını yormuştu; yorgunluğunun arkasına gizlenen açlık artık kendini iyice gösteriyordu… Acabâ bedeninin hakkını verebilmiş miydi; yoksa yemek hastalığıyla yorduğu bedeni ondan şekvâcı mı olacaktı? Arabaya bindiğinde acıktığını söyledi… Yıllarca kendisine çorba pişirme görevini îfâ eden eşinin hakkını düşündü; susuzluktan kurumuş boğazıyla yutkundu… Evet, artık yorgun damağının tadına uygun çorba pişiremiyordu, ama çok emeği vardı üzerinde; ne yapmalıydı? Nasıl almalıydı gönlünü; kocalık gurûru ne kadarına izin veriyordu, bilemedi… Ağır adımlarla evine çıktığında bir ziyâretlik sorularının cevâbını bu ömür yoldaşından beklercesine oturdu mutfaktaki sandalyesine…

Bir kabristan gibi ıssız, bir mezâr gibi sessizdi… Hep söylenirdi, insan uykudadır ölünce uyanır, diye; bu yorucu ömür uykusundan ne zaman uyanacaktı? Yine acıkmış hâlde mi uyanacaktı bu fânî uykudan? Orada da hiç uymadığı yemek yasakları var mıydı? Sorular karnını doyurmuyordu, ama iştahını iyice azaltmıştı… İlacını alabilecek kadar birkaç lokmalık atıştırmaya bile mecâli yoktu…

Kapı çaldığında sandalyede ne kadar süre geçirdiğini düşündü kalkarken; kimdi gelen? Vakit miydi? Ağır ayaklarını sürüyerek açtığı kapının eşiğinde köfteler vardı bir poşetin içinde, lavaşların altında; bu kadar kısa sürede gelmesine sevinmişti… Sevdiği nevâleyi eşiyle birlikte yemeğe koyuldu; bir yandan onu bir öğünlük yemek zahmetinden kurtardığına şükrederek… Ama yine de ondan helâllik isteyemiyordu; en yufka zamânında bile yüreğinin kalıplarını gevşetemiyordu… Yetmiş yıla yaklaşan eşlik hukûkuydu bu, çok mühimdi… Alîm Allâh niyetini biliyordu, yoldaşına da bildirirdi… Doyduğuna kanaat getirdi… Elhamdülillâh…

Açlıkla birlikte sorular da kaybolmuştu; boşuna dememişlerdi, doyan unutur, diye… Kerâhat vaktine de az kalmıştı, ama göz kapaklarının yorgunluğuna karşı koyamayacaktı; biraz uyku iyi gelecekti akşam mesâisi için… Kendini öylece yatağının üzerine bıraktı, ellerini başına yastık yaparak… Yattım Allâh kaldır beni…

Abdülkadir Dağlar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu