Doç. Dr. Abdülkadir DağlarMaârifTöreli Yazılar

Maârif Hâtırâtı

Maârif Hâtırâtı – 1 [14.12.2019]

12 Aralık 2019 Perşembe günü 14.05’te Mehmet Ulvi Bayoğlu aradı, görüşemedik. 13 Aralık 2019 Cumâ günü 12.00’da Ulvi’yi aradım, görüştük; çok uzun bir görüşme değildi, ama çok derin, çok içten, zamân içinde zamanlar doğuran çok velûd bir musâhabe oldu…

Ulvi, benim ilkokul arkadaşım, en son 1985 yılında 5. sınıftan me’zûn olmadan görüştüğüm… 34 yıldan fazla oldu 85 Haziran’ının üzerinden geçen… Ama hep dün gibi, ama hepsi dün gibi… 5 yıl bir gün gibi…

Özel Erenköy İlkokulu… Ayşe Kadın durağı… Bana göre Kazasker durağından önce… Erenköy… Eylül 1980 – Haziran 1985… İlkokul… İlkokuldan çok, ilk mekteb benim için… Rahmetli Nurettin Gençalioğlu hocanın “sâhibi” olarak göründüğü, rahmetli Ali Ozan hocanın idâre ettiği, rahmetli Mehmet Bedri Öztürk hocamızın nakış nakış şuûraltımızı yazdığı, nakış nakış şuûraltımıza şekil verdiği ilk mekteb…

Mehmet Bedri Öztürk… İlk öğretmenim… Mektebli tahsil hayâtımın ilk öğretmeni ve de tek öğretmeni… Düşündüm de bize ne öğretti diye, aklımda bir şey kalmamış… Ama hissettim, hâtırladım, andım bize verdiklerini; gönlümde, rûh ülkemde, derinimde, en derûnumda kalanlar, kalıcı olanlar bize Bedri öğretmenimizin hâtıraları, yâdigârları, mîraslarıdır… Beş yıl ne öğrendiğimi belki bir kelime ile bile söyleyemem; ama beş yıl Mehmet Bedri Öztürk öğretmenimizden tahsîl ettiklerimizi, onun bize ta’lîmi olan hissiyyâtı, zevkiyyâtı, şuûriyyâtı ömrümün sonuna kadar anlatacağım belki…

O, bizim şuûraltımızı inşâ etti, her biri bize özgü nakışlarla, her biri bize özgü taşlarla… O, bizi bize bağladı, her biri bize özgü bağlarla, her biri bize özgü ağlarla… O, bize bizi anlattı, 1000 yıllık töremizi, 1000 yıllık târîhimizi, 1000 yıllık edebimizi, her biri bize özgü masallarla, her biri bize özgü hikâyelerle, her biri bize özgü mesellerle… O, bize bizi okudu; o, bizi bize okudu, her biri bize özgü şiirlerle, her biri bize özgü türkülerle, her biri bize özgü marşlarla…

Mehmet Bedri Öztürk… Gözündeki nem kalbindeki muhabbet pınarının buğusu olan hiss adamı… 50’li yaşlarının sonunu 60’lı yaşlarının başını bize bağlamıştı bu hissiyât âbidesi öğretmen; biriktirdiği şuûrlu hissiyyâtını cömertçe zerk ediyordu gönlümüze, rûhumuza, şuûraltımıza… Ömrümüzün başında bir âb-ı hayât pınarında toplanmıştık, 20-30 körpe yolcu, İstanbul’un her biri kendine özgü, her biri kendine özel semtinden… Yolculuk nereye idi, bize Mehmet Bedri Öztürk öğretmenimiz okudu onu: “Mehlikâ Sultân”a…

1000 yıllık Türk-İslâm târîhini Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın şiirleriyle, estetik-poetik yorumuyla bize okuyan, ezberleten de o idi; Mehlikâ Sultân’ı, Akıncı’yı, Yeniçeriye Gazel’i, Mohaç Türküsü’nü ve daha nicelerini…

1000 yıllık İslâm edebiyâtının hikâye geleneğini, mesel geleneğini şuûraltımıza işleyen o idi; Tûtînâme’den, Bostân ve Gülistân’dan, Mesnevî’den seçtiği metin anlatılarıyla…

Anadolu ve Balkan türkülerini cân kulağımıza tınlatan, seslendiren de o idi, elinde mandolini ile; o mandolinin telleriyle cân kulağımızı bize özgü seslere, sözlere bağlayan…

Osmanlı’nın son destânını Mehmed Âkif’in Çanakkale Şehîdlerine şiiriyle ezberleten, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk destânını yine Âkif’in İstiklâl Marşı’ndan rûhumuza nakşeden yine Mehmet Bedri Öztürk öğretmenimizdi… 1983 Mayıs ayında büyük şâir Necip Fazıl Kısakürek’in vefât ettiğini ondan duymuş idik, onun cenâzesine katılmak için gittiğinde dersimiz olmamıştı o gün; büyük şâire üzülmüştük sınıfça… Yine, müdürümüz Ali Ozan beyin kalp krizinden ölüm haberini bize veren de Mehmet Bedri Öztürk öğretmenimiz idi, hepimizle birlikte üzülen de…

Cumâ günleri Cumâ namâzına Kazasker Câmii’ne bizi götüren, Cumâ’nın hürmetini bize bildiren Mehmet Bedri Öztürk öğretmenimiz idi; dilimizden kötü kelimeler duymak istemeyen de o idi…

Ve… Kul hakkı… Mehmet Bedri öğretmenimizin, ihlâline en çok üzüldüğü, sinirlendiği meselelerin başında gelirdi… Sınıfında –öğrencileri arasında– gerek maddî ve gerek mânevî-rûhî kul hakkı ihlâllerine aslâ tâviz göstermez; ya nush ile ya tekdîr ile ya da kötek ile mutlakâ müdâhale ederdi… Ondan kötek yediğimizde, onu hakettiğimizden aslâ şüphemiz olmazdı…

Onun anlattıkları, okuttukları, söyledikleri, seslendirdikleri ile, onun nezâretinde tanıyıp/tanışıp bildik, fıtratımızın en mücerred, en sâf, en şeffâf ve en berrâk duygusunu; en güzel, en tılsımlı, en derin cevherini: Aşk

Birlik, bağlılık, vakâr, arılık-duruluk, sâdelik, kardeşlik bize Mehmet Bedri öğretmenimizin verdiği şekil… En sâf, en öz, en samîmî/hasbî vatan, millet, târih, örf/töre, kültür/medeniyet şuûrunu bizim şuûraltımıza işleyen nakkâş, resmeden ressâm idi o…

Maârif Hâtırâtı – 2 [12.07.2023]

Sınıfımız… Âhh sınıfımız…

9-10 Haziran 2023 târihlerinde Üsküplü âlim-şâir Abdülfettâh Raûf hâtırasına tertîb edilen Fettâh Efendi Sempozyumu’na iştirâk etmek için gittiğim İstanbul’da, sınıf arkadaşlarım Cemal Abdullah Aydın ve Mehmet Ulvi Bayoğlu ile de bilvesîle buluşmuş olduk… Dile kolay, tam 38 yıl aradan sonra ilk görüşmemiz idi bu…

Akşamın geceye evrilen vaktindeki bu 2 sâatlik görüşmemiz, sanki 43 yılın bir hulâsası idi… Evet, sûretlerimiz değişmişti, ama sîretlerimiz, muhabbetlerimiz bâkî imiş… 2 sâate sığdırmaya çalıştığımız bu hasret sohbetinde neredeyse hızlı bir tahattur yoklaması da yapmış olduk…

Kimler kimler vardı Mehmet Bedri hocamızın son me’zûn ettiği o sınıfında… Birimizin unuttuğunu diğerimiz hâtırlattı… Alfabetik düzende isimleri hâtırlamaya çalışayım:

Abdülkadir Dağlar, Ali Kayani, Alparslan Aras, Avni Kiğılı, Berat Göktuğ Yıldırım, Berrin Eröğüt, Bora, Burak Barakacı, Büşra Topbaş, Cemal Abdullah Aydın –Biz onu Cemalettin diye bilirdik!-, Elif Güner, Emin Kudak, Esma Esin Derin, Fatih Kahraman, Fatih Küçük, Halil Zaim, Korhan Saylam, Mehmet Ulvi Bayoğlu, Merve, Mesut Ayar, Murat Kutsal, Nurullah, Ömer Topbaş, Salih, Selim Sarıkaya, Ümit, Yusuf Emanet, Yusuf Aktaş, Zeynel Bayraktar…

Cemal’in hâfızasına, hâtırlama kuvvetine hayran kalmıştım; meselâ, benimle alâkalı –benim de unutmuş olduğum– çok ince ayrıntılı meseleleri nasıl da hâtırlıyordu: Sınıfta Çanakkale Şehîdlerine şiirini ilk ezberleyen öğrenci benmişim, meselâ… Meselâ, Cemal, borçla alışveriş yapmayı ilk kez benden öğrenmiş ve çok şaşırmış…

Başka daha neleri hâtırladım o buluşma ve sonrasındaki tahattur gayretlerinde:

Sabahları ders öncesi okul ictimâlarında Nurettin hocamızın beni merdivenin üçüncü basamağına çıkartıp İstiklâl Marşı’nın 10 kıt’asını okuttuğunu… Mehmet Bedri hocamızın, eline her mandolini alışında, ince sesimden ötürü bana “Manastır’ın ortasında var bir havuz…” dizesiyle başlayan Balkan türküsünü okutturduğunu…

Mehmet Bedri hocamızın, gâh Mesnevî’den gâh Tûtînâme’den hikâye okuduktan hemen sonra, o hikâyeyi aklımızda kaldığı kadarıyla deftere yazmamızı ve sınıfa okumamızı istediğini de matematik problemlerini çözme yarışmaları yaptığını da… 29 Mayıs İstanbul’un Fethi yıldönümü münâsebetiyle okulun yemekhânesinde hazırladığımız bir müsâmerede, başımızdaki yeniçeri börkleriyle bizim yeniçeri rolünde oynadığımızı da… Genelde yeşil mercimek, nohut, bulgur pilavı gibi yemeklerin verildiği öğle yemeklerinden sonra Nurettin hocamızın, bereketin yemeğin sonunda olduğunu hâtırlatarak, tabağını ekmekle en iyi parlatanı ayağı kaldırıp örnek gösterdiğini ve sonrasında da herhangi birimize yemek duâsı yaptırdığını da:

Elhamdulillâh elhamdulillâh… Biz yedik ziyâde eyle Allâh… Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin, bu gitti ganîsi gelsin… Allâh Halîl İbrâhîm bereketi versin…” diye devâm eden yemek duâmızı

Okulumuzun, bahçesindeki müştemilâtta oturan emektar hizmetlileri Salih Amca ile Şehriye Teyze’mizin güleç yüzleriyle fedâkârca hizmetlerde bulunduklarını, bizi koruyup kolladıklarını hâtırladım… Sınıfımızın erkek öğrencileriyle topluca, başımızda öğretmenimizle, okuldan Kazasker Câmii’ne kadar yürüyerek Cumâ namâzlarına iştirâk ettiğimizi hâtırladım… Bahâr mevsimlerinde sınıfça yürüyerek okula en yakın açık alanlara gidip piknik yaptığımızı, mendil kapmaca –bu oyunda en hızlımız Selim idi– ve top oyunları oynadığımızı hâtırladım… Sınıfımızdaki Topbaşlar’ın zaman zaman hepimizi topluca Erenköy’deki bahçeli evlerine dâvet ettiklerini, yeme-içme ikramlarından sonra orada çeşitli oyunlar oynadığımızı hâtırladım sonra…

Her sabâh servisle tâ Kartal Rahmanlar’dan Erenköy’e gidişimi hâtırladım sonra… İlk servisçimiz Lütfi Amca… Sonraki bir iki yıl Vural Amca… Sonrasında da Rizeli İsmail Amca… Sabâh namâzı vaktinde çıkardım evden, çoğu zamân hâlâ karanlıkta; ilk ben binerdim servise, sonra Fatih Küçük, sonra Can ve Cenk Sezgin kardeşler, sonra da Zeynel Bayraktar… Sonrasında -çeşitli sınıflardan öğrencileri- toplaya toplaya giderdik okula: Cevizli, Dragos, Maltepe, Küçükyalı, Bostancı, Şenesenevler, Ayşe Kadın semtleri –bundandır, o mûtenâ ve nezîh güzergâhı hâlâ çok sevişim-… Aynı güzergâhtan bıraka bıraka tâ akşama dönerdim okuldan… Servisin olmadığı ya da ârızalı olduğu günler Pendik-Kadıköy hattının Magirus dolmuş minibüsleriyle gider ve dönerdik –minibüs muâşerâtını ve minibüsçü muâmelâtını lisânı ve edebiyâtıyla tâ o yaşlarda öğrenmiş olmam da bundandır-… Hey gidi yıllar…

Hâtıralar… Her biri fıtrî bir tohum ve kuvvetli bir maya olan hâtıralar… Bu hâtıralardır şuûraltımızda yaşayan ve şuûraltımızı yaşatan… Bu maârif hâtıralarıdır, şuûrumuza istikâmet veren…

Bu hâtıraların ahâlîsinden âhirete göçenlere rahmetler mağfiretler olsun, dünyâda kalanlara da hayırla bereketle dopdolu ömürler nasîb olsun… Âmîn…

[Devâm edecek…]

Abdülkadir DAĞLAR

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu