TÖRELİ İŞTİKÂK – 57
Nasb ~ Nisâb ~ Nasîb Kelimelerine Dâir
-Muhterem hocam
Mustafa Arslanoğlu beyefendiye
hürmet ve muhabbetle ithâf olunur…-
Kelimelerin yatay dünyâsından mefhumların dikey dünyâsına yükseliş, bir nasîb meselesidir… Bu yükselme gerçekleşecek mi, gerçekleşecekse bu ne kadar ve hangi ölçüde olacak, bunlar nasîb ile belirlenmiştir… Töreli iştikâk, işte bu yükselişin ihtimal ve imkânlarını gösteren, kendisine gâye olarak da bu zihnî ve fikrî yükselişin nihâî menzili olan “hakîkat alanı”nı belirleyen, ilmî ve irfânî bir ameliyedir…
Bu iştikâk denemesi ise, kaderleri doğrudan hakîkat ve mâneviyât alanında kurulup da bu gölge varlıklar sahnesi sayılan dünyâya birer kazâ oku olarak atılma serencâmı tâkip edilebilen, n(ûn)-s(âd)-b(â) masdarından türemiş kimi kelimelerle mefhumları arasındaki alâkalar etrâfında şekillenecektir…
Nasb, “bir şeyi bir yere saplayıp dikme, dikip kaldırma, koyup yerleştirme; takdir, tensip ve tâyîn ile bir kimseyi bir vazîfeye atama” anlamlarına gelmektedir…
Nisâb, “bir iş için gerekli ve yeterli sayı, oran, çoğunluk, mikdar; istenilen kıvam, seviye, derece; asıl, ana, temel” anlamlarında kullanılmaktadır… Kelimenin anlam sınırı, “şer‘î ölçü” anlamındaki nisâb mikdârı tâbîrinde daha da belirgin bir hâlde görünür…
Nasîb, umûmî kullanılışıyla “her bir kul için, kader tabakasında, yâni Levh-i Mahfûz’da belirlenen, nasb olunan mikdar” demektir… Nasîb, daha çok “kader, kısmet, tâlih; hisse, sehim, pay” anlamlarıyla kullanılıyor olsa da, esâsında, sıfat-ı müşebbehe sîgasıyla “nasb eden; mutlak nasb edici; mahlûkâtın her birinin rızkını kendi nisâblarına göre nasb eden Allâh; en-Nasîb” anlamlarına gelmektedir…
Nasb, bir nisâb, bir ölçü ve bir sayısal değer üzerine dikip kaldırmak, yerine oturtup yerleştirmektir… Nasb, nisâbı mikdârınca nasîbi sâhibine ulaştırmaktır… Nasb, mansıbı, vakti, sâati kader ve kudret levhasında –Levh-i Mahfûz’da– sâbitlenerek en-Nasîb tarafından yapılan atamadır…
Nisâb, nasbın ölçüsü ve başkalarına göre oranıdır… Nisâb, nasîbin mikdârı, nicelik bakımından değeridir… Nisâb, en-Nasîb’in, tâ kader levhasında koyduğu ölçü, belirlediği oran, tâyîn ettiği sayıdır…
Nasîb, Levh-i Mahfûz’un takdir levhasında nasb edilen nisâbdır… Nasîb, en-Nasîb olan Allâh’ın, her bir mahlûku için ayrı ayrı nasb ettiği nisâb mikdârıdır, nisâb kadarıdır, bir bakıma kaderdir… Nasîbden murâd, en-Nasîb’dir…
Bu anlamlar dâiresinde, bu kelimelerle kökteş –müştakk– şu kelimeden de bahsedilmesi yerinde olur:
Mansıb, nasb kökünden ism-i mekân olarak “nasb yeri, nasb edilen mekân; bir kimsenin bir vazîfe ve hizmeti yerine getirmek üzere tâyîn edildiği, atandığı mevkî yâhut makam; yükselme yeri” anlamıyla türemiş bir kelimedir…
Tüm bu anlamlar, nasıl bir örüntü ile töreli edebî hayâta yansımıştır; şöyle bir temâşâ etmekte yarar var…
Yâ Nasîb..!
Töreli bir tâbirdir, Yâ Nasîb; mutlak ve nihâî mânâsıyla “Yâ Allâh” demektir… Yâ Nasîb, kaderdeki mikdârı, kısmeti, ezeldeki nasbı ve nisâbı, nasîbin sâhibinden ve bizâtihî Nasîb’in kendisinden beklemenin ifâdesidir, zikridir…
Nasıl ki el-Kadîr ism-i celîli, “kudretin ve kaderin mutlak mâliki; kaderin mikdârını takdîr eden; Kâdir-i mutlak” anlamlarına geliyorsa, –Esmâ’ü’l-Hüsnâ arasında yer almasa bile– en-Nasîb ismi de, “nasbın ve nisâbın mutlak sâhibi; kullarının yeryüzündeki ömür, rızık, sıhhat, saâdet, meserret ve sâir nisâbının mikdârını nasb, tâyin ve takdîr eden –Allâh-” demektir…
En-Nasîb, bir kulun, “kazâlar âlemi” sayılan bu dünyâdaki rızkının pay veyâ hisse mikdârını, “kaderler defteri” olan Levh-i Mahfûz’a nasb edip diken ve sâbitleyen kudretin tâ kendisidir… Bu anlamıyla, Nasîb, bizâtihî kaderin de kaderini nasb ederek yaratan, bizâtihî kaderin de mikdârını nasb edip de nisâbını takdîr eden Allâh’tır…
Şu hâlde, nasîb ile en-Nasîb arasında bir mecâz-ı mürsel söz konusu olmalıdır; yâni, nasîb zikredildiğinde en-Nasîb murâd edilmektedir…
Sihâm-ı kader…
“Bir dağın altında olsan da nasîbin sana isâbet eder –seni bulur-.” anlamında çok güzel bir töresöz var: Nasîbuke yusîbuke velev kâne tahte’l-cebel… Bu söz, nasîb –kader, kısmet, tâlih– ile sehm –ok; hisse, pay, sehim– arasındaki alâkayı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır… Nasîb, bir sehm yâni bir ok gibidir, dosdoğru bir şekilde gidip sâhibini bulur…
Nef‘î’nin, meşhur hicivler mecmûasının adını Sihâm-ı Kazâ –kazâ okları– koyması, mazmûnlarının ilhâmını Levh-i Mahfûz’dan aldığı îmâsını taşımaktadır… Yâni aslında, hiciv okları, Nef‘î’nin sivri dilinden ve keskin kaleminden değil de kader defterinden, yâni Levh-i Mahfûz’dan atılmakta ve hedefindeki şahıslara değip saplanmaktadır… Ezcümle, Nef‘î, söyleyen değil, söyletilendir; atan değil, attırılandır…
Süleyman Çobanoğlu’nun, “Ve mârameyte iz rameyte ve lâkinnellâhe ramâ. (Attığında da sen atmadın, fakat Allâh attı.)” (Enfâl / 17) âyetine telmîhen söylediği
Attığımda o oku, ben atmadım sen attın
dizesinin de, aynı hakîkat üzerine inşâ edildiğini söylemek gerekir…
Hâsılı, kaderdeki nisâb okunu, bu dünyâda kazâya dönüştürüp bir nasîb ve bir mansıb olarak sâhibine ulaştıran, en-Nasîb teâlâdır…
Necâtî Beg de, Dîvân şiirinin istiâreler dâiresinde nasîb-kısmet-ok alâkasını
Kısmet olmağ ister isen derd ü gam cân u dile
Ok bıraksun gamzen ey ebrû-kemânum yâ Nasîb
beytiyle dile getirmektedir… Kemân –yay ve yâ– kaşlı sevgiliden âşıka gelmesi beklenen kısmet, bir bakışıyla kirpik okunu cânına ve gönlüne derd ü gam olarak salıp bırakmasıdır… Bu, ancak nasîb iledir ve de ancak en-Nasîb olan Allâh’ın nasb etmesiyle olur… Zîrâ, bu nasîb de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meşhur münâcâtındaki şu iki cümlede niyâza dönüşmüş durumdadır:
Sen sevdirmezsen ben sevemem
Sevdir bize hep sevdiklerini…
Her mansıbın başına bir adam dikmeli…
Nasb etmek, “bir kimseyi bir mansıba tâyîn etmek yâhut bir kimseyi bir makâmın kâimi kılmak veyâhut da bir kimseyi bir vazîfenin başına dikmek” demektir… Vazîfe, âdetâ bir nöbet gibidir; mevkî, makam ve mansıb vazîfesi ise, başkalarıyla münâvebeli –dönüşümlü, nöbetleşmeli– olarak işin başında dikilip durmak, işi etraflıca gözetmek ve zamânı geldiğinde de nöbeti devretmektir… Vazîfe müddetince gaflete ve tegâfüle mahal yoktur, dâimâ ayık ve ayakta bulunmak lâzımdır… Bu yüzdendir, mansıbın “ayakta durup dikilme yeri” olması…
Nisâbı –yer, vakit, sâat ve süre kıvâmı– bizâtihî kendisi belirleyen, hakîkî nasb edici ve mansıb verici, en-Nasîb’dir… Yâni, mutlak atama Allâh’ın katındandır, Allâh’ın tâyîn etmediğini de –bu dünyâda– kimse atayamaz… Kezâ, en-Nasîb’in, nasbını düşürmediği bir kimseyi de hîç kimse mansıbından indiremez, azledemez; O’nun, nasbını düşürüp mansıbından indirdiği bir kimseyi de hiçbir güç makâmında tutamaz… Nitekim, mutlak nasblar ve mutlak tâyinler, tâ ezelden âyân-ı sâbite âleminde, yâni Levh-i Mahfûz’da yapılmış hâldedir… Sezai Karakoç’un
Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır
dizelerinde de çok vecîz olarak işâret edildiği üzere, nasbların üstünde bir nasb ve atama makamlarının üstünde bir atama makâmı vardır; yeryüzüne dâir hakîkî kararlar, hep gökyüzünde nasb edilmiş, bağlanarak sâbitlenmiş hâldedir… Velhâsıl, nasîbin üstünde bir nasîb vardır; o da, en-Nasîb teâlâdır…
Hulâsa-yı kelâm…
Nasb edilmişse olur ve ancak en-Nasîb’in nasb ettiği nisâb kadarınca olur… Nasîbin ötesinde en-Nasîb vardır… Mansıbı, ne kuldan ne de nasîbden beklemeli; –eğer bir şey umulacaksa– nasîbin de nisâbını nasb eden en-Nasîb’den ümîd etmelidir…
Yâ Kadîr… Yâ Nasîb… Yâ Hakk…
Abdülkadir Dağlar
MAKSAD’da okudum.Sağolun,varolun