TÖRELİ İŞTİKÂK – 58
Rahm ~ Rahmân ~ Rahmet Kelimelerine Dâir
-Narin Güran’a
ve Sıla Yeniçeri’ye
ve yeryüzünde katledilen
milyonlarca mâsum çocuğa…-
Bismillâhirrahmânirrahîm…
Rahmetiyle yarattığı kullarını merhametiyle yaşatan Allâh’ın adıyla…
İnsanoğlunu beşeriyyetin ve ubûdiyyetin yatay düzleminden ulûhiyyetin dikey düzlemine yönelten dikkatin adıdır, töreli tefekkür… Yaratılışın ve türeyişin aslını ve esâsını arama ile mahlûkâtın ve mevcûdâtın menşe’ini, mebde’ini ve me‘âdını sorma yolundaki gayretlerin tamâmı dikey istikâmetlidir, törelidir…
“Mükevvenât –yaratılmışlar– nereden geldi ve nereye dönecek..?” sorusunun cevâbı da, kevn ü fesâd –oluş-bozuluş– dâiresinde, soysop silsileleri ile akrabâlık şecerelerinin geriye doğru keşfi sâyesinde alınabilecektir… Zîrâ, töresözde beyân edilmiştir ki “Kullu şey’in yerci‘u ilâ-aslihî. (Her şey, aslına rücû‘ edip döner.)”. Fakat, bu aslın mâhiyyeti yâhut hüviyyeti hakkında neler söylenebilir..?
Bir nazardan, iştikâk ilminin de bu aslı arama ameliyelerine yardımcı olduğunu söylemek mümkündür… Kelimelerin aslını arama, esâsında varlıkların da aslını arama sayılır; çünkü, varlıklar kelimelerle yâhut isimleriyle bilinebilir, dolayısıyla varlıkların asıllarını aramak da esâsında bir dil ameliyesi sayılır…
Bu töreli iştikâk denemesi de bir bakıma büyük ve tek varlık ağacının meyvelerinden tohumuna ve tüm insanlık âilesinin ferdlerinden ana rahmine doğru bir nazarî seyrüsefer sayılır; r(â)-h(â)-m(îm) üçlü masdarından türemiş bâzı kelimelerden hareketle yaratılışın, varoluşun ve türeyişin kaynağına doğru bir fikrî temâşâdır bu…
Rahm, “acıma, esirgeme, rahmet, merhamet; memeli canlılarda, yavrunun ana karnında beslenip yetişmesini sağlayan, yavruyu ana karnında koruyan, esirgeyen mahfaza; rahim; ana rahmi” anlamlarına gelmektedir…
Rahmân, “yarattığı tüm mahlûkâta ve tüm kullarına rahmetini bahşeden, mutlak rahmet sâhibi, rahmeti bol Allâh; er-Rahmân” anlamında, Esmâ’ü’l-Hüsnâ’dan bir isimdir…
Rahmet, “acıma, esirgeme, bağışlama; bereket, yağmur; Hazret-i Muhammed’in isimlerinden biri” anlamlarındadır…
İştikâk alâkasından ötürü, bu kelimelerle birlikte mutlakâ zikredilmesi ve yorumlanması gereken iki kelime daha var: Merhamet ve Rahîm…
Merhamet, masdar-ı mîmî cinsinden bir kelime olup yine rahm ve rahmet gibi “acıma, esirgeme, bağışlama” anlamlarına gelmektedir…
Rahîm, sıfat-ı müşebbehe cinsinden, “kendisine inananlara ve rahmetine şükrünü edâ ederek merhametine sığınanlara acıması, esirgemesi, merhameti bol olan Allâh; er-Rahîm” anlamında, Esmâ’ü’l-Hüsnâ’dan bir isimdir… Bununla birlikte, ” Hazret-i Muhammed’in isimlerinden biri”nin de Rahîm olduğunu söylemek gerekir…
Allâh, “Lemyelid ve lemyûled. (Doğurmamış ve doğurulmamıştır.)” (İhlâs/3) âyetiyle sâbit ve muhakkaktır ki doğmak ve doğurmak fiillerinden münezzehtir; âmennâ ve saddaknâ… Allâh’ın zâtını, mahlûkâtına ilişkin bu fiillerden tenzîh ederiz; sübhânallâh… Bundan sonra söylenecekler de, Allâh’ın sıfat-isimlerini anlamaya çalışma gayretinden gayrı bir şey değildir…
Rahm, Rahmân’ın mutlak acıması, korumasıdır… Rahm, tüm âlemlerin ve tüm mevcûdâtın Rahmânî anayurdudur… Rahm –rahim-, Rahmân’ın ilm-i ilâhîsini muhâfaza eden ind-i ezelîsidir…
Rahm –rahim-, tüm anaların Rahmân’dan almış oldukları paydır, hissedir… Rahm –rahim-, Rahmân’ın tüm analardaki aynasıdır… Ve rahm –rahim-, –babalardan fazla olarak– anaları Rahmânîleştiren vergidir, ihsandır…
Rahm, insandaki rahmet ve merhametin tâ kendisidir… Rahm –rahim-, bir anayı rahmet ve merhamet âbidesi kılan merkezdir… Rahm –rahim-, bir anadaki rahmet ve merhameti besleyen, canlı tutan menba‘dır…
Rahmân, bir sıfat-isim olarak, âdetâ tüm mevcûdâtı esirgeyen ve tüm mahlûkâtı koruyan mutlak rahmdır, rahimdir; yâni, Rahmân tüm âlemlerin ana rahmidir… Rahmân, âdetâ ilâhî rahm yâhut ezelî rahimdir ki tüm mevcûdat ve tüm mahlûkat ve tüm mükevvenat, Allâh’ın Rahmân sıfatından vücut bulurlar; yâni, tüm âlemler, Allâh’ın Rahmân isminin tecellîleri ve tezâhürleri ve dahi rahmet eserleridir… Rahmân, Allâh ile mükevvenât arasını rahmetle dolduran sıfat-ismin biaynihî kendisidir…
Rahmân, rahmetin mutlak sâhibidir… Rahmân, rahmeti yaratandır ve kullarına bahşedendir… Rahmân, tüm âlemleri kuşatıp saran ve tüm yeryüzüne yayılan rahmetin ana menba‘ıdır… Rahmân, insanlardaki merhamet cevherinin kânı, ana mâdenidir…
Rahmet, Rahmân’ın rahminde –ind-i ezelîsinde– bulunan merhamet cevheridir… Rahmet, Rahmân’ın rahminde bulunan muhabbet habbesidir… Rahmet, rahm –rahim– sâhibi anayı, merhamet yurduna dönüştüren simyâdır…
Rahmet, Rahmân’ın aynasıdır ve Allâh’ın Rahmân ismiyle mahlûkâta gösterdiği yüzüdür… Rahmet, Rahmân’ın sıfatıdır, halka dönük vechesidir… Rahmet, Rahmân’ın herkese ve her şeye şâmil olan merhametidir…
Rahmân ile Rahîm arasında…
Allâhu a‘lem…
Esmâ’ü’l-Hüsnâ’da Rahmân ve Rahîm isimlerinin “Allâh” ism-i celâlinden hemen sonra gelmesinin ve Kur’ân tilâveti ile birlikte her ibâdetin ve her işin başında zikredilmesi lâzım gelen “besmele”de Allâh’ın, Rahmân ve Rahîm isimleriyle tavsîf edilmesinin hükm-i ilâhîde bir hikmeti olsa gerektir… Denilebilir ki, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci‘ûn. (Muhakkak, biz Allâh’a âidiz ve ona dönücüleriz.)” (Bakara/156) âyetinin mazmûnunda mündemiçtir bu hikmet; yâni, “Rahmân’dan geldik, Rahîm’e döneceğiz.”…
Tüm insanlar Rahmân’dan gelirler, ancak, bâzı insanlar Rahîm’e dönebilirler… Ezelde Rahmân’dan gelip ebedde Rahîm’e giden yol, rahmet ve merhametle dolu töre yoludur… Necip Fâzıl’ın
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..
mısrâlarında ifâde ettiği o varlık –varoluş– ve töre –türeyiş– yolu, Hazret-i Muhammed –sallallâhu aleyhi ve sellem– efendimizin rûhunun yaratılışıyla açılmış olan muhabbet ve merhamet çığırıdır…
Ve Rahmân Rahmet’i yarattı…
Tasavvufun vahdet-i vücûd merkezli yaratılış-türeyiş nazariyâtına göre, Allâh kendi zâtından yeşil bir nûr yaratmış, o nûra muhabbet ve merhamet nazarıyla bakınca o nûr kaynayıp coşmuş ve taşıp akmaya başlamış ki o kaynayıp coşmadan kaynaklanan taşıp akma mâcerâsı hâlâ devâm etmektedir… Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, “cevherü’l-cevâhir” –tözlerin tözü– ve “hakîkatu’l-hakâyık” –hakîkatların hakîkatı– da tâbir ettiği o ilk cevherî nûru, “Nûr-ı Muhammedî”, “Rûh-ı Muhammedî” yâhut “Hakîkat-ı Muhammediyye” diye isimlendirmiştir…
Denilebilir ki bu ilk muhabbet ve merhamet nûru, Rahmân’ın ilk yarattığı şeye, yâni Rahmet’e tekâbül etmektedir… Zîrâ, Rahmet, Peygamber –aleyhissalâtu vesselâm– efendimizin sıfat-isimlerinden biridir… “Ve mâ erselnâke illâ Rahmeten li’l-‘âlemîn. (-Ey Muhammed– Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.)” (Enbiyâ/107) âyetiyle de tescîl edildiği üzere, Rahmet, Rahmân’ın tüm âlemlere bakan ve tüm mahlûkâtın görüşüne açık yüzüdür… Ve Rahmet, Rahmân’ın en kâmil aynasıdır…
Kur’ân ayrıca, Rahmet –aleyhissalâtu vesselâm– efendimizin, tüm ümmetine düşkün olmakla berâber mü’minlere çok merhametli olduğunu beyân ile bir adının da Rahîm olduğuna işâret etmektedir:
“Lekad câ’ekum Resûlun min-enfusikum ‘azîzun ‘aleyhi mâ ‘anittum harîsun ‘aleykum bi’l-mu’minîne Ra’ûfu’r-Rahîm. (Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir; o, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.)” (Tevbe/128).
Rahmet ile merhamet arasında…
Rahmet umûmî, merhamet husûsîdir… Rahmân’ın rahmeti, herkes içindir; fakat, Rahîm’in merhameti, yalnızca mü’minler içindir… Bir başka ifâdeyle, Rahmân’ın su (yağmur), toprak (yerüstü-yeraltı), hava (oksijen), âteş (güneş) gibi dünyâ nîmetlerinden tüm kullar yararlanabilirler; ancak, Rahîm’in âhiretteki cennet nîmetlerinden yalnızca mü’min kullar yararlanabilecektir…
Bu dünyâda Rahmân’ın rahmetinden sınırsızca yararlanabilen merhametsiz kullar, âhirette Rahîm’in merhametinden ebediyyen mahrum kalacaklardır… “Lâyerhamullâhu men lâyerhamu’n-nâse. (İnsanlara merhamet etmeyen kimseye, Allâh da merhamet etmez)” hadîs-i şerîfi, ne merhametli ve ne Rahîmâne bir îkazdır…
Hele hele, Rahmânî rahmet ve Rahîmî merhamet uzvu olan bir rahm –rahim– ile donatılmış bir ananın, merhamete muhtaç çağdaki evlâdına karşı merhametsizliği aslâ ve kat‘â kabûl edilemez… Zîrâ, “El-cennetu tahte akdâmi’l-ummehât. (Cennet, anaların ayakları altındadır.)” hadîsi ile ayaklarının altında cennet olduğu müjdelenen analar, rahmine düştüğü andan îtibâren evlâdına karşı zengin rahmet ve merhameti gösteren analardır; aksi değildir, düşünülemez…
Merhamet adlı bir çınar…
Rahmet, en bereketli tohumdur… Rahmân’ın rahmindeki rahmet tohumundan bitip yetişen ağaç, “merhamet ağacı”dır… “Hayat ağacı” da tâbîr edilen bu büyük ve tek “varlık ağacı”, –cennette– Rahîm’in merhamet meyvelerini verecektir…
Töre dâiresinin en şuurlu ve en şâir yorumcularından birisi olan Sezai Karakoç, insânın, “Kun. (Ol.)” (Yâsîn/82) emriyle, Rahmân’dan kopuş ve ayrılışını bir “sürgün istiâresi”yle beyan sadedinde
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa lâyık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
mısrâlarıyla başladığı şiirinin sonunda ise “İrci‘î. (Dön.)” (Fecr/28) âyetini hâtırlatırcasına
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
diyerek, bir bakıma “merhamet”in bir anlamına da îmâda bulunmaktadır… Şöyle ki, Rahmân’ın açtığı rahmet kapısı, ezelden ebede değin, –girmek isteyen– kullarına açıktır…
Rahmân’dan gelen, Rahîm’e gider… Bir rahmet sürgünüyle Rahmân’ın rahminden sürüldüğüne inananlar ancak, Rahîm’in merhametine kavuşabilirler… Kezâ, “Lâtaknatû min-rahmetillâh. (Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyin.)” (Zümer/53) âyeti muktezâsınca, Rahmân’ın rahmetinden ümîdini kesmeyenler ancak, Rahîm’in merhametine erişebilirler…
Ümmü’l-Kitâb…
Buraya kadarki iştikâk denemesi ile ortaya çıkan “ana rahmi” istiâresi çerçevesine şu husûsu da ilâve etmekte yarar vardır:
“Er-Rahmân. ‘Alleme’l-Kur’ân. Halaka’l-insân. ‘Allemehu’l-beyân.(Rahmân. Kur’ân’ı öğretti. İnsânı yarattı. Ona beyânı –düşünüp konuşarak açıklamayı– öğretti.)” (Rahmân/1-4)
âyetleri muvâcehesinde, Kur’ân’ı öğreten, insânı yaratan ve ona beyân etmeyi öğreten, Rahmân teâlâdır…
Bununla birlikte, Kur’ân, Levh-i Mahfûz’un, kitâbın –kitâbların– anası yâhut “ana kitâb” olduğuna, “Yemhullâhu mâ yeşâ’u ve yusbit ve ‘indehû ummu’l-kitâb. (Allâh, dilediğini siler, dilediğini de sâbit bırakır; kitâbın anası –ana kitâb– O’nun katındadır.)” (Ra‘d/39) âyetiyle işâret etmektedir… Anlaşılmaktadır ki, Levh-i Mahfûz, hem kaderi ve hem de “a‘yân-ı sâbite”yi saklı tutan ilm-i ilâhî ve ilm-i ledün kitâbıdır, ana kitâbdır; kazâ âlemine –yeryüzüne– inecek olan her şey de o ananın rahminden doğacaktır… Zîrâ, “doğan –güneş-” anlamındaki tâli‘>tâlih de bu ana kitâbın rahminde mahfuzdur, doğacağı vakti beklemektedir…
Yine bu ümmü’l-kitâb âyetinden hareketle denilebilir ki, Kur’ân, “Er-Rahmânu ‘ale’l-‘Arşi’stevâ. (Rahmân –Allâh-, ‘Arş’a istivâ etmiş, kurulmuştur.)” (Tâhâ/5) âyetinin de gösterdiği istikâmette “Arşurrahmân” diye de anılan Arş’ın altındaki Levh-i Mahfûz’da, Rahmân’ın koruması altındadır… Kur’ân’ın, âdetâ rahminde saklı ve korunaklı tutulduğu Levh-i Mahfûz’dan, vakti ve sâati gelince de el-Emîn sıfatlı Resûlullâh efendimize vahiy yoluyla indirilerek emânet edildiğini söylemek mümkündür…
Hulâsa-yı merâm ve hâsıl-ı kelâm…
“Ve ‘ibâdu’r-Rahmâni’llezîne yemşûne ‘ale’l-arzi hevnen ve izâ hâtabehumu’l-câhilûne kâlû selâmâ. (Rahmân’ın –hâlis ve sâlih– kulları, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler; câhiller onlara lâf attıklarında ise ‘Selâm..!’ derler.)” (Furkân/63)
âyetinde, Rahmân, kullarına bir bakıma merhametin ölçüsünü de vermektedir, şöyle ki:
Merhametli mü’min kullar, yürürken vakar ve tevâzu hâlini kuşanırlar; câhiller ve gâfiller kendilerine lâf atarak ileri-geri konuştuklarında ise onlara sâdece “Selâm..!” deyip geçerler; yâni, onlarla dalaşmazlar, onlara zulmetmezler, bilakis onlara selâmet ve silm –barış– telkîn ederler…
Merhametli mü’min kullar, dâimâ kendilerine bahşedilen rahmet ve merhamet libâsını giyinmiş hâlde ve gözyaşları içinde “Ve ize’l-mev’ûdetu su’ilet bi-eyyi zenbin kutilet… (Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…)” (Tekvîr/8-9) âyetlerini cân kulaklarıyla duyarak yaşarlar…
Tam da bu nokta, Mehmed Âkif’in şu hikmetli mısrâlarıyla titreyip irkilmenin vaktidir:
Dehşet-i mâzîyi getir yâdına;
Kimse yetişmez yarın imdâdına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evlâdına?
“Ben onu dünyâya getirdim…” diye,
Kalkışacaksın demek öldürmeye!
Sevk ediyormuş meğer insanları,
Hakk-ı übüvvet de bu cânîliğe!…
Dahası, Rahmân’ın hâlis ve sâlih kulları, sâdece insanlara karşı değil, suya, toprağa, havaya, âteşe, hayvanlara, bitkilere, dağlara, taşlara, yeraltına, yerüstüne, gökyüzüne, velhâsıl tüm mahlûkâta ve habbeden kubbeye tüm âlemlere karşı merhametli bir tavır içerisinde –ve de tabî ki adâlet ölçüsünü gözeterek– yaşayıp gider… Nitekim, Rahmân da rahmetini, yarattığı tüm mevcûdâta –adâletle– ihsân etmektedir…
Bir rahmet sürgünüyle, Rahmân’daki ana rahminden kademe kademe yeryüzüne indirilen insan, şuûraltının da sevk-i tabîîsi ile bir ömür boyunca anayurduna sâlimen dönüşünün yolunu arar… Bu yol, âdetâ merhamet basamaklarıyla yükselen bir mi‘râc merdivenidir ki ancak Rahîm’in kılavuzluğunda çıkılabilir…
Ömrün sonuna kadar kıyamda rahmet-i Rahmân’a ve merhamet-i Rahîm’e sığınarak şu şâh duâyı okuyanlardan olma niyâzıyla vesselâm:
İhdine’s-sırâta’l-mustakîm…
Abdülkadir Dağlar