Şebeh – Şibh – Şübhe Kelimelerine Dâir
İştikâk, müşterek lafzî husûsiyetler gösteren kelimelerin kökteşlik durumlarını ortaya çıkarma gâyesine yönelen bir ilimdir… Bir başka nazardan iştikâk, lâfzen birbirine benzeyen unsurların mânen de birbirleriyle alâkadâr olup olmadıklarını, aynı kök kavram etrâfında şekillenip şekillenmediklerini araştırıp soruşturan ilimdir… Bu töreli iştikâk denemesi de, bu türden benzerliklerin hakîkatla alâkaları üzerinedir ve temelde üç kelime etrâfında gerçekleşmektedir…
Şebeh, “benzerlik, benzeme, benzeyiş” demektir… Şebeh kelimesi, edebiyâtta daha ziyâde “benzeme yönü” anlamındaki bir teşbîh ıstılâhı olan vech-i şebeh terkîbinde kullanılmaktadır…
Şibh, “benzerlik, benzeme, benzeyiş; benzer gibi olma; benziyor izlenimi verme; andırma” anlamlarındadır… Şibh, daha ziyâde “-ımsı” ekleriyle sağlanan anlamları veren terkîblerin oluşturulmasında kullanılmaktadır; şibh-i fi‘l (fiilimsi), şibh-i ma‘den (mâdenimsi) gibi…
Şibh kelimesi, belâgat-bedî‘ ilminin iştikâk san‘atı bahsinde geçen ve “kökteşmiş izlenimi vererek zengin bir söyleyiş oluşturmak niyetiyle yakın ve benzer telâffuzlu kelimeleri aynı ibâre, cümle ya da beyitte kullanma” anlamına gelen şibh-i iştikâk ıstılâhında da karşımıza çıkmaktadır…
Şübhe, “doğru mu yanlış mı, gerçek mi yalan mı olduğu husûsunda yaşanan tereddüt ve kararsızlık hâli; birden fazla şıkk arasında karâr vermekte emîn olamama hâli; inanamama hâli; kuşku”anlamlarına gelmektedir…
Şebeh, şibhe nazaran daha umûmî ve daha kesin bir benzerliktir… Şebeh, şübhe uyandırmayan bir benzeyiştir… Şebeh, açık ve şübhesiz bir şibhtir…
Şibh, benzerlik alâkası nisbeten daha husûsî olan bir şebehtir… Şibh, muğlak bir şebehtir… Şibh, benzeyiş yönüyle daha fazla şübhe uyandırabilen bir şebehtir… Şibh, benzerlik ya da benzeyişteki şübhedir…
Şübhe, insânda tereddüt uyandıran şebeh, yânî benzerliktir… Şübhe, mübhem bir şebehtir… Şübhe, şebeh yönünden -yânî vech-i şebeh bakımından- muğlaklık arzeden bir benzemedir… Şübhe, şebehten ziyâde şibhe yakın olan bir benzeyiştir…
Benzerlik, benzeme, benzeyiş dereceleri yönünden bu üç kelime arasında zayıftan kuvvetliye doğru bir sıralama yapmak gerekirse, şöyle bir durumdan bahsetmek mümkündür: Şübhe > şibh > şebeh… Bir teşbîh yoluyla denilebilir ki bu sıralamanın yönü inkârdan hareketle îkân, itkân ve îmâna doğrudur; yânî, benzeme yönüyle en tartışılır olandan en uzlaşılabilir ve en inanılabilir olana doğrudur…
Hulâsa, anlaşılmaktadır ki şübhenin kaynağı esâs îtibârıyla şebeh ve daha ziyâde şibhtir; yânî, benzeme ve benzeşmenin bulunduğu yerde şübhe de bulunur…
Dîvân şâirlerinden Filibeli Vecdî’nin şu beyti, bu üç kelimenin bir iştikâk san‘atı bağlamında yorumlanışına güzel bir misâldir:
Şibh-i dürer-i fıkhdurur evvel ü âhir
Hall-i şebeh-i şübhede Eşbâh u Nezâ’ir
Yânî, Eşbâh u Nezâ’ir kitâbı -ya da bu türe âit kitaplar- evvel âhir her zaman, şübheli benzerliklerin yol açtığı müşkillerin halledilmesinde fıkıh incileri gibi kıymetlidir… Ayrıca, burada “şibhler, şebehler” -yânî benzerler- anlamına gelen Eşbâh kelimesinin de diğerleriyle müştakk ya da kökteş olarak beyitteki iştikâk san‘atı dâiresine girdiğini, “nazîrler” -yânî benzerler- anlamındaki Nezâ’ir kelimesinin de bu anlam dâiresini pekiştirdiğini söylemek gerekir…
İlim, irfân ve edebiyât dünyâmızın metinlerinde çokça kullanılan şu kelimelere de bu iştikâk dâiresinde temâs etmek yerinde olacaktır:
Teşbîh, “benzetme; edebiyâtta benzetme yoluyla beyân etme” anlamlarındadır… Teşbîh, belâgat-beyân ilminin mecâz, kinâye ve istiâre ile birlikte ele aldığı dört anlatım yolundan biridir; bu çerçevede müşebbeh -benzetilen-, müşebbehün bih -kendisine benzetilen-, vech-i şebeh -benzeme yönü- ve edât-ı teşbîh -benzetme edâtı- unsurlarıyla birlikte incelenmektedir…
Teşâbüh, “benzeşme; birden fazla unsurun çeşitli yönlerden birbirine benzemesi durumu” demektir…
Müteşâbih, “teşâbüh eden, benzeşen lâfız ve mânâ unsurlarından her biri; benzeşen, ama bu benzeşme netîcesinde mânâ bakımından birbirlerinden farkedilmesi zor olan kelime, ibâre, âyet gibi unsurlardan her biri” anlamına gelen bir tefsîr ıstılâhıdır… Mübhemlik ve muğlaklık gibi anlam kapalılığı gösteren, hangi anlamı kasdettiği husûsunda şübhe, tereddüt ve tartışmalara yol açan âyetlere müteşâbih denmektedir… Bu âyetlerin anlamlandırılması ve yorumlanmasında müfessirler arasında tam bir uzlaşma söz konusu değildir…
İştibâh ise, “şübhe duyma, şübhelenme” anlamına gelmektedir…
Her şübhe, aslında görme, işitme, tatma, koklama, dokunma gibi duyuların, teşbîh -yânî benzetme- husûsunda aklı eksik ve yanlış yönlendirmesinin bir netîcesidir… Kezâ her şübhe, şuûraltının teşbîh husûsunda şuûra bâtıl bir teessür, yanıltıcı bir izlenim vermesinin bir netîcesidir…
Nef‘î, Sâkînâme türündeki terkîbibendinde şarâba hitâben söylediği
Benzemez bir keyfe keyfünde ne ‘âlem var senün
Rûhsun el-kıssa râh olmanda şübhem var senün
mısrâlarında, şarâbın hâlet ve keyfiyyetinde gizli olan mükeyyiflik -keyif vericilik- özelliğinin hîç bir keyfe benzemediğini, onun bu özelliğinin âdetâ şarâbın rûhu sayıldığını ve içene rûh bahşedip râhatlık getirdiğini îmâ yoluyla ifâde etmektedir… Nef‘î’nin ayrıca, ikinci mısrâda rûh – râh (şarap) kelimelerini kullanarak da iştikâk san‘atına mürâcaat etmiş olduğu görülmektedir… Bir başka nazarla buradaki rûh kelimesinden murâdın “esrâr ve afyon” benzeri kokulu-dumanlı mükeyyifât olabileceğini de söylemek lâzım gelir ki içeni etkileme bakımından râh yânî şarap ile aralarında bir şübhe meydâna getirdiği söylenmektedir…
Nâ’ilî ise, aynı minvâlde bir beyitle sâkîye hitâb ederek, o sâkînin meclisinde söylenen her sözün, meclis müdâvimlerinin rûhlarına âşinâ gelmesi gibi, şarâbın da câna cân katan cân şırası olduğunda hîç bir şübhe bulunmuyor olmasını dile getirmektedir:
Şarâbun şîre-yi cân oldugında şübhe yok sâkî
Ne söz kim meclisünde söylenür rûh-âşnâdur hep
Yânî, tanınan, tanındığından emîn olunan ve tanımlanabilen hîç bir şeyde şübhe olmadığı âşikârdır…
Osmân Nevres, sultâna -ya da sultân saydığı sevgiliye- hitâb ettiği şu beyitte, onun adâlet kapısı sayılan sarâyının cennet olduğunda aslâ bir şübheye, şübhelenmeye ve tereddüde mahall olmadığını söylemektedir:
Ol bâb-ı ma‘delet ki bihişt olmasında hîç
Yok şübhemüz tereddüdümüz iştibâhumuz
Hattâ ve hattâ, bu mısrâlarda bir şibh ve şebeh yânî teşbîhi aşan bir yakîn tecrübesi sâyesinde, içinde şübhe barındırmayan bir îkân ve itkândan, bir kabûlden bahsedildiğini söylemek mümkündür…
Töresözdür, “teşbîhte hatâ olmaz”; nesneler arasındaki benzerlik derecelerini göstermesi bakımından, şübhe karanlık geceye, şibh çoğu karanlık fecre, şebeh de berrâk gündüze teşbîh edilebilir… Yukarıda da bahsedildiği gibi, bu kavramlar inkâr ile îkân, itkân ve îmân arasında derecelenebilirler ki bu bağlamda îmân nûra tekâbül eder…
Tâcîzâde Ca‘fer Çelebi,
Niteki dilde pertev-i nûr-ı yakîn ile
Kalmaz zalâm-ı şâ’ibe-yi şübhe vü gümân
mısrâlarında, yakîn -yânî îkân ve îmân- nûrunun güneşi ile gönüldeki şübhe -ve gümân- karanlığının dağılacağını söylemektedir…
“Pirincin içindeki siyah taştan değil de beyaz taştan kork” diyen töreli tecrübenin mazmûnunda şebeh ve şibh ile şübhe arasındaki kavram-kelime iştikâkının bulunduğunu söyleyelim… Pirince benzeyen yânî pirincimsi (şibh-i pirinç) beyaz taşların bulunabileceğinden şübhe edilerek dikkatli olunması gerektiğini salık verir, bu töresöz…
Bâtılın her zaman bâtıl ve boş olduğu âşikârdır; ancak öyle bâtıl sîretler vardır ki hakk-hakîkat sûretine bürünmüş hâlde ortaya çıkıp görünür; işte bu, içinden çıkılamaz ve çözülemez zor ve müşkil bir durumdur… Bâkî şu beytiyle tam da bu durumu şerh etmektedir:
Bâtıl hemîşe bâtıl u bîhûdedür velî
Müşkil budur ki sûret-i hakdan zuhûr ide…
İnsânı pirince benzeyen taş ve kezâ hakîkata benzeyen bâtıl karşısında ayık ve dakîk tutacak olan bakış, “ten gözü”nden ziyâde “cân gözü”nün, yânî “kalb gözü / gönül gözü”nün bakışıdır; zîrâ, cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan bir gönülden sâdır olan bakış, aslâ sapmaz ve yanılmaz… İşte o bakışa ferâset denmektedir…
Ferâset sâhibi insân, şebeh ile şibh -yânî benzeme ile benziyor gibi olma- arasında şübhe duymaz… Ferâsetli insân, mü’min ile münâfık -mü’minmiş gibi yapan- arasında aslâ şübheye düşmez… Çünkü o, Hakk nûrunun tecellî ettiği gönlünün gözüyle bakar ve hakîkatı görür… Bu hususta nûr-ı Hakk’ın en kâmil aynası sayılan Habîbullâh -aleyhissalâtu vesselâm- efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İttekû firâsete’l-mu’mini fe innehû yenzuru bi-nûri’llâhi… (Mü’minin ferâsetinden sakınınız; zîrâ o, Allâh’ın nûruyla bakar…)”
Töreli Türk şiirinin son büyük temsilcilerinden Necip Fazıl Kısakürek de, Türk gençliğinden beklediği bu bakışı Gençliğe Hitâbe’sinde şöyle ifâde etmektedir:
“Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkda ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik…”
Yânî, Türk gençliğinden beklenen, sürü içerisinde “koyun postuna bürünmüş kurt” varsa, onu fark etmesidir…
Allâh, dosta benzeyen ya da benzetilen düşmanlardan cümle milletimizi ve cümle ümmet-i Muhammed’i muhâfaza eylesin… Allâh, cümle milletimizi ve cümle ümmet-i Muhammed’i benzerlerin şerrinden ve şerli olanlara benzemenin tehlikelerinden muhâfaza eylesin… Allâh, cümle milletimize ve ümmet-i Muhammed’e ferâset nasîb eylesin…
Âmîn bihurmeti Nûn ve Yâsîn…
Selâmet ve letâfetle, efendim…
Abdülkadir DAĞLAR