Töresözdür, “kullu şey’in yerci‘u ilâ-aslihî”, yânî, “her şey aslına döner”… Kelimeler de öyledir, asıllarına dönücüdür… İştikâkın da işi budur: Kelimeleri asıllarına ircâ’ etmek, yânî rücû’ ettirmek… Bu iştikâk denemesi de bu gâye üzerinde ve bu gayret içerisinde olacaktır…
Sübhân, “es-Sübhân; yarattığı hîç bir şeye benzemeyen; mahlûkâtın şekillerinden, sıfatlarından, fiillerinden münezzeh olan Allâh” anlamında esmâ-yı ilâhiyyeden bir isimdir…
Sübha, “zikir ve vird sayısını tâne hesâbıyla gösteren parmak âleti; tesbîh tânesi, tesbîh” anlamlarına gelmektedir…
Sibâhat, “suyu açarak, yararak, ayırarak suda, denizde ilerlemek; yüzmek” anlamındadır…
Sübhân, mevcûdâtı yaratan, bir tesbîhin sübhaları gibi bir nizâm üzerinde yaşatandır… Sübhân, mahlûkâtının dillerinden kendisini tesbîh edendir… Sübhân, yarattıklarının dillerini kendisine tesbîh ettirendir…
Sübhân, hılkat okyanusunda mahlûkâta sibâhat etmeyi, yüzmeyi öğretendir… Sübhân, mevcûdâtı vücûd ummânında sibâhat ettiren, yüzdürendir…
Sübhân, Allâh’ın, mahlûkâtının her türlü eksikliğinden ve âcizliğinden uzak ve berî olduğunu, mahlûkâtıyla arasında bir sınır bulunduğunu bildiren ismidir… Sübhân, Allâh’ın, sübhanın, yânî tesbîhin başında mutlakâ zikredilmesi gereken ismidir… Meselâ, namâzın iç erkânındaki ilk duâ, tekbîrden sonraki ve kıyâmın başındaki “Subhâneke…” duâsıdır; namaz sonrasında yapılan tesbîhâtın ilk tesbîhi de “Subhânallâh…” tesbîhidir…
Sübhân, bir sibâhat yâni yüzme seyrinde dara düşen kulun mutlakâ anması gereken esmâ-yı ilâhiyyedendir… Sübhân, Allâh’ın her şeyi ihâta eden ilim ve alâmetler ummânında sibâhat etmeye, yüzmeye çalışan bir âlimi, dâimî bir hayretle hayrân bırakan sıfatıdır… Meselâ, bir âlim, ilim ummânındaki her bir alâmeti keşfi ve alâmetler arasında hayranlık uyandıran alâkaların her birini tesbîti esnâsında, acziyet dolu hayretini “Subhânallâh…” ifâdesiyle beyân eder…
Sübha, âdetâ, Sübhân olan Allâh’ın isimler ve sıfatlar okyanusunda sibâhat etmek, yüzmektir… Sübha, kâinat denizinde Esmâ’ü’l-Hüsnâ’dan isimleri söyleme ve okuma yoluyla Hâlık-mahlûk sınırını ayırarak sibâhat etmek, yüzmektir… Sübha, mahlûka âit sınırlar dâhilinde, haddinin hudûdunun idrâkinde sibâhat etmek, yüzmektir…
Sübha, dilde ve kalbde Sübhân’ı tutarak, âdetâ parmaklarla sibâhat etmek, yüzmektir… Sübha, dil ve kalble berâber parmaklara da Sübhân’ı andırmaktır… Sübha, tesbîhin îmâl edildiği cevherine veyâ hammaddesine de Sübhân’ı tesbîh ettirmektir…
Sibâhat, okyanusu yüzerek seyr ü temâşâ ederken, Hâlık’ı mahlûkattan ayıran Esmâ’ü’l-Hüsnâ’yı idrâk ederek sübha çekmek, tesbîh etmektir… Sibâhat, kâinat okyanusunun dev dalgaları arasında sübha çekerek, tesbîh ederek aklen ve rûhen emîn bir şekilde su yüzeyinde kalmak, boğulmaktan korunmak, yüzmektir…
Sibâhat, Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm- misâli, okyanusun karanlığında ve balığın karnında, “Lâ ilâhe illâ ente Sübhâneke innî kuntu mine’z-zâlimîn… (Senden başka bir ilâh yoktur; sen tüm noksanlardan uzaksın; şüphesiz ben zâlimlerden -karanlıkta kalanlardan- oldum…)” (Enbiyâ / 87) sübhasını, tesbîhini çekerek yüzmesidir…
Sibâhat, kulun, Sübhân’ın kudretini ve kendi acziyetini keşfetmek gâyesiyle, okyanusun dalgaları arasında âdetâ seyâhat etmesidir… Sibâhat, kuvveti sınırlı kulun, kudreti sınırsız Sübhân’ı idrâk etmeye çalışma gâye ve gayreti peşinde okyanus dalgalarıyla boğuşmasıdır…
Tesbîh, “sübhânallâh demek” anlamına geldiği gibi “sübha, tesbih âleti; sübha çekmek” anlamlarını karşılamak üzere de kullanılmaktadır…
Tesbîh, Sübhân olan Allâh’ı tüm mahlûkattan ve mevcûdattan ayrı tutmaktır… Tesbîh, Allâh ile tüm mahlûkât ve mevcûdâtın arasını ayırmak, arasına sınır çekmektir... Tesbîh, tam bir şuur ve yakaza hâlinde “Lâ ilâhe illâ ente Sübhâneke innî kuntu mine’z-zâlimîn…” âyetini gönülden düşürmemektir…
Tesbîh, sınır çekmektir; Sübhân olan Hâlık’la mahlûkat arasına sınır çekmektir… Tesbîh, Sübhân’ın uçsuz bucaksız esmâ ve sıfât ummânında boğulmamak için, dille ve gönülle yine esmâ ve sıfât tânelerine tutunarak suyun üstünde kalmaya çalışmak, sibâhat etmektir…
Kâinattaki her şey kendi hâlince ve de haddince Hâlık’ıyla arasındaki sınırı söylemektedir; yânî, her şey kendi dilince sübha çeker, Allâh’ı tesbîh eder… Zîrâ, böyle buyurmaktadır, Mevlâ’mız:
“Sebbeha lillâhi mâ fi’s-semâvâti ve’l-arz ve huve’l-‘Azîzu’l-Hakîm… (Göklerde ve yerde olan ne varsa Allâh’ı tesbîh eder; o, mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir…)” (Hadîd / 1)
Sübha ya da tesbîh, mü’min kulların, “Yâ eyyuhe’llezîne âmenu’zkurullâhe zikran kesîrâ… (Ey îmân edenler, Allâh’ı çokça zikredip hâtırlayın…)” (Ahzâb / 41) emrine muntazaman uyma niyetiyle, kendileri için belirledikleri günlük zikir ve vird adedini bir nizam ve intizâma bağlayan âlettir… Tabîîdir ki “çokça zikretmek” emrinde murâd edilen bir sayı yoktur; ancak, “çokça zikretme”nin tesbîh ile günlük bir nizâma bağlanmasının da kulların işlerini kolaylaştırması adına güzel ve faydalı bir usûl olduğu âşikârdır…
Sibâhat ile Türkçe’deki “yüzmek” fiili arasındaki alâka üzerine şunları da söylemek îcâb eder:
Yüzmek, kadîm Türkçe ile Anadolu ağızlarında “üzmek” şeklinde de yaşamaktadır, ki “kırmak, koparmak, ayırmak, kesmek” anlamlarına gelir… Yânî, sibâhat eden, yüzen bir kişi, su üzerinde suyu başıyla, elleriyle, kollarıyla yarıp ayırmış olmaktadır… Yüzmek fiilinin bu anlamı, “deri yüzmek”te de görülmektedir; şöyle ki, deri yüzmek, “deriyi bedenden koparıp ayırmak”, demektir…
Sübha ve tesbîh ile çekmek kelimeleri arasında da sibâhat merkezli bir alâka söz konusudur… Şöyle ki, sibâhat yânî yüzmek, özünde “suyu kollarıyla kendine doğru çekerek kendini ileri doğru itmek” şeklinde gerçekleşmektedir… Yânî, sibâhatın özünde de “çekmek” eylemi bulunmaktadır… Dolayısıyla, “sübha çekmek” ve “tesbîh çekmek” deyimleri, bir bakıma “sibâhat etmek” yânî “yüzmek”eylemlerini karşılamaktadır… Denilebilir ki, sübha ya da tesbîh çeken bir kul, bir bakıma Mevlâ’sının sonsuz isimler ve sıfatlar okyanusunda yüzmekte, Mevlâ’sını çağırmaktadır, Âşık Yûnus’un çağırdığı gibi:
Su dibinde mâhî ile sahrâlarda âhû ile
Abdâl olup yâ hû ile çağırayın Mevlâm seni…
Âlimler ve hakîmler bile, Sübhân’ın mutlak kudret ve hakîkî san’at ummânı karşısında acziyet ve hayret içerisindedirler; bu durumda sâhip olunması gereken en emîn hâl ve tavır, az evvel Âşık Yûnus’un da söylediği gibi, abdâl olmaktır…
Zıyâ Paşa, bu durumu meşhur Tercî‘-i Bend’inde çok vecîz bir şekilde yorumlayıp ifâde etmektedir… Ona göre, “Bu uçsuz bucaksız kâinât okyanusu, öyle bir denizdir ki sâhilleri hayret girdâbına ulaşmış ve ulanmıştır…”:
Peyvestedir sevâhili girdâb-ı hayrete
Bir bahrdır ki hâsılı bu bahr-ı bî-kerân
Zıyâ Paşa, şiirin -mütekerrir- vâsıta beytinde ise “San‘atı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri ve hakîmleri bile âciz bırakan Sübhân teâlâyı tesbîh ederim…”demektedir:
Subhâne men tehayyera fî-sun’ihi’l-‘ukûl
Subhâne men bi-kudretihî ya’cizu’l-fuhûl
Söz uzar, söyleyen yazar, okuyan bezer…
Bil ki, ey dost, duâ söz sofrasının tatlısıdır:
Yâ Sübhân..! Sen bize şah damarımızdan daha yakınsın, ama bizden münezzehsin; biz âciz kullarını haddini bilenlerden ve seni tanıyanlardan eyle…
Yâ Sübhân..! Senin ilmin ummândır, biz o ummânda sibâhat eden bir katrecik; cirmimizi unutma cürmünden biz âciz kullarını mahfûz ve masûn eyle…
Yâ Sübhân..! Sen mevcûdâtı bir tesbîh gibi tanzîm eyledin, seni sübha sübha takdîs ederiz; biz âciz kullarının dillerini ve gönüllerini seni dâim tesbîh edenlerden eyle…
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh…
Abdülkadir DAĞLAR
Zıyâ Paşa, bu durumu meşhur Tercî‘-i Bend’inde çok vecîz bir şekilde yorumlayıp ifâde etmektedir… Ona göre, “Bu uçsuz bucaksız kâinât okyanusu, öyle bir denizdir ki sâhilleri hayret girdâbına ulaşmış ve ulanmıştır…”:
Peyvestedir sevâhili girdâb-ı hayrete
Bir bahrdır ki hâsılı bu bahr-ı bî-kerân
Zıyâ Paşa, şiirin -mütekerrir- vâsıta beytinde ise “San‘atı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri ve hakîmleri bile âciz bırakan Sübhân teâlâyı tesbîh ederim…”demektedir: