
Töreli Türk Edebiyâtında Bahâr
Töre, yatay boyuttaki –yâni dünyâdaki– her şeyin aslının dikey boyutta, –yâni gökyüzünde bir yerlerde– meselâ, Arş ile Kürsî arasında Levh-i Mahfûz’da olduğunu kabûl eder ve de kabûl edilmesini ister; dâimâ yerle gök arasında mutâbakat arar, münâsebet kurar… Töreli edebiyât ise, yatay boyuttaki her şeyin dikey boyutta mutlak bir karşılığı olduğunu, edebî metinlerin mânâ tözlerinin ve mazmûn cevherlerinin Levh-i Mahfûz’da saklı bulunduğunu îmâ ve telkîn eden edebiyattır… Dîvân edebiyâtı, Âşık edebiyâtı ve Tekke-tasavvuf edebiyâtı ile Tanzîmat’tan sonra bu töreli edebî damarlardan beslenen edebî mahfillerin, şâirlerin ve yazarların cümlesi Töreli Türk Edebiyât’ı dâiresini teşkîl etmektedir…
Peşînen söylemek gerekir ki, Töreli Türk Edebiyâtı dâiresi –bünyesinde her ne kadar yaz tasvirleriyle yüklü temmûziyyeleri, kış tasvirleriyle yüklü şitâiyyeleri ve güz tasvirleriyle yüklü hazâniyyeleri barındırsa da– esâsında bir “bahâr edebiyâtı”dır… Zîrâ bahâr, îmânın en mühim şûbelerinden sayılan “ba‘su ba‘de’l-mevte îmân”ın, yâni öldükten sonra yeniden dirilişe ve “kıyâmet günü”ne –âhiret gününe– îmânın en kuvvetli delîli, kevnî âyeti sayılmaktadır…
Bahâr, töreyi, türeyişi, dirilişi ve yeniden doğuşu temsîl eden hakîkî iklim ve aslî mevsimdir… Denilebilir ki, ademle vücûd arasında, yâni yaratılış ve varoluş öncesi yokluk evresi ile varlık evresi arasında kâinâtın hâzırlanış evrelerini ifâde eden mertebelerden her biri bir bahâr ülkesi sayılır…
Meselâ, Kur’ân’da âlemlerin yaratılışından bahseden âyetlerde geçen “sitte eyyâm” yâni “altı gün”den her biri bir nevrûzdur, bir yeni gündür… Bu altı gün, var oluşun, yaratılışın ve türeyişin altı evresine ya da altı mertebesine işâret etmektedir… Tasavvuf nazariyâtında ise her biri bahâr ülkesi sayılan bu mertebelerin, sırasıyla 1. “gayb-ı mugayyeb / taayyün-i evvel / hazret-i indiyyet-i ehadiyyet”, 2. “âlem-i lâhût / taayyün-i sânî / a‘yân-ı sâbite”, 3. “âlem-i ceberût / mertebe-yi ervâh”, 4. “âlem-i melekût / âlem-i misâl”, 5. “âlem-i nâsût / âlem-i ecsâm” ve 6. “hazret-i insân / hakîkat-ı insân-ı kâmil” şeklinde isimlendirildiğini söylemek mümkündür… Öte yandan mahlûkat zâviyesinden bakıldığında ise denilebilir ki, ilk “mutlak gayb” mertebesi, mutlak karanlığından ve bilinmezliğinden ötürü “‘adem / yokluk” yâni “kış / kara kış” olarak nitelendirilebilir; bu hâlde ise, sonraki mertebelerin her birinin nevrûza ve bahâra tekâbül ettiği söylenebilir…
14-15. asır şâiri Âşık Yûnus’un, bir bahâr yeli ve bahâr habercisi olan “bâd-ı sabâ”ya seslendiği şiirindeki
Uzak mıdur yollarunuz
Bahar mıdur illerünüz
Tâze açar güllerünüz
Bana Mevlâ’dan haber ver
mısrâlarında dile getirdiği “iller” ile bu varoluş mertebelerine, “yollar” ile de seyr-i nüzûl ile inerek / düşerek türeyiş seyrine îmâda bulunduğu söylenebilir…
Pekâlâ Bahâr nedir..?
Bahâr, anâsır-ı erba‘anın, yâni su, toprak, havâ ve âteşten müteşekkil dört unsurun tabîatta buluşmasıdır…
Âteş… Cemre…
Âteş, en temel dölleyici unsur sayılır… Tabîatı dölleyerek yükleyen, daha sonra da belli bir derecede doğuma hâzırlayan âteştir… Cemre yâhut âteş, Şubat sonu ile Mart başında birer hafta arayla önce havâya, sonra suya ve en sonunda da toprağa düşerek yeniden doğuşu, dirilişi, bahârın gelişini müjdeler… Bu, dört unsurun ictimâ etmesi, dirilip toplanması, bir araya gelmesi sayılır…
Bahâr, Farsça’da “kışla yaz arasındaki, 22 Mart ile 21 Haziran arasındaki mevsim”, “Nevruz’la başlayan ilk yaz”; Arapça’da “güzel, güzellik”, “papatya, sarı papatya”, “put”, “atılmış pamuk”, “200-600 fıdda yâhut 150-700 kilogram arasında kabûl edilen ağırlık ölçüsü”, “yük, deve yükü”, “karanfil, tarçın, biber, safran, zerdeçal, zencefil gibi kokulu bitkiler; bahâr(ât)” anlamlarına gelmektedir…
Bâr -Bar-… Bahâr kelimesinden gelmektedir… “Yük”, “meyve” anlamlarındadır… Demek ki bir ağacın çiçeği de meyvesi de bahârın işâretidir… Bu yük, meselâ 16. asır şâiri Bâkî’nin Bahâriyye kasîdesindeki
Yine ferrâş-ı sabâ sahn-ı ribât-ı çemene
Geldi bir kâfile kondurdı yüki cümle bahâr
mısrâlarında envâî çeşit güzel kokulardan müteşekkil, kâfûr, ûd, misk, anber ile türlü bahârâttır… Bu beyitte, bahârât yükünü taşıyan ticâret kâfilesinin –kervânının– Bahârât Yolu’ndan geldiğinin îmâ edildiğini söylemek mümkündür…
Bahâr mevsiminde tabîat yükünü almaya başlar; hava, su ve toprak, âteş tarafından döllenip yüklenir; hava ısıyla, buharla ve nemle yüklenir; ırmaklar dereler suyla dolar; dağlar tepeler ve toprak yeşillenir, ağaçlar rengârenk çiçeklenip meyveye durur, bitkiler yeşerip büyür, rengârenk çiçekler hayrân eden güzel kokularını yayar; kuşlar cıvıldar, kuzular meleşir… Hulâsa insânın havâss-ı zâhiresi, yâni beş duyusu olan görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları yüklenir, yükünü alır…
İnsanlar da, âlem-i ervâh mertebesinin Meclis-i Elest’te Allâh’ın “Elestu bi-Rabbikum (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” suâline “Belâ (Evet)” diyerek kulluk imtihânını tekellüf edip yüklenmişlerdir; âlem-i ecsâm mertebesi sayılan dünyâ hayâtına indikten sonra da bu imtihâna ve belâya sabır ve şükürle tahammül etmekle yükümlü sayılmaktadırlar… Yâni, bir nevi, insanları “belâ” ile yükleyen ezelî bahar ise, rûhların doğuş ülkesi sayılan Elest Meclisi’dir…
Bâd…
Nesîm, yel… Bahârı müjdeleyip getiren yeldir ki bahârdan türemiş yâhut bahârla kökteş olması muhtemeldir… Ağaçların ve çiçeklerin tohumlanması, bâd, yel yâni esinti iledir… Güzel kokular da esinti ile taşınır, gelir veyâ gider…
Bu esinti, Bâkî’nin yine aynı kasîdesinin
Rûh-bahş oldı Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr
Açdılar dîdelerin hâb-ı ‘ademden ezhâr
Taze cân buldı cihân irdi nebâtâta hayât
Ellerinde harekât eyleseler serv ü çenâr
şeklindeki ilk beyitlerinde, Rûhullâh –Allâh’ın rûhu– diye anılan Hazret-i İsâ’nın ölülere cân veren nefesine benzetilmektedir; zîrâ bahâr yeli de üflediği rûhla –ki bu esen rûha rîh da denir– kar kefenine bürünmüş, ölü hâlde yatan tabîat âlemini yeniden diriltmekte, toprağın çocukları sayılan çiçekleri toprak altındaki yokluk uykusundan uyandırmakta, bitkileri yeniden canlandırmakta ve ağaçları harekete geçirmektedir…
Es kelimesi Eski Türkçe’de –yıd ve yıpar kelimeleri ile birlikte- “koku, güzel koku” anlamına gelmektedir… Kendisine esintiyle es gelen insan, esrimeye başlar, esrük hâle gelir, sarhoşlaşır… Esin, kokunun –yâhut koklamanın– te’sîriyle esriyen, sarhoş olan insâna hayrân denir… Bundandır, insânın bahar mevsimindeki hayranlığı; budur, elvan elvan çiçeklerle envâî çeşit güzel kokular yayan bahârın insâna hayranlık vermesinin sebebi…
Buhâr… Buhûr…
Bu kelimelerin, bahâr kelimesinden türediği ileri sürülmektedir… Cemrenin suyu ve toprağı ısıtmasıyla berâber buhâr ve buharlaşma da artacaktır… Buhûr ise, yakıldığında dumanı etrâfa güzel kokular yayan, tütsü bitkilerine yâhut nesnelerine denir… Buhûrun yakıldığı yer olan buhurdâna, Arapça’da “cemre yeri” anlamında micmer yâhut micmere denmesi de mânîdardır; yâni, sıcaklık arttıkça tabîatta kokular da artacaktır…
Fasl-ı bahâr yâni bahâr mevsimi, Töreli edebiyatta “nev-bahâr”, “ilk yaz”, “evvel bahâr”, “mevsim-i gül”, “devr-i gül”, “vakt-i gül”, “mevsim-i gülşen”, “mevsim-i gülzâr”, “mevsim-i sahrâ”, “mevsim-i sefer”, “zamân-ı ferah”, “devr-i câm”, “eyyâm-ı adl”, “eyyâm-ı cünûn” gibi türlü terkiplerde karşımıza çıkmaktadır…
Âteş, düşen bir şeydir…
Diğer her şeyde olduğu gibi, âteşin dölleyiciliği de dikey-düşey bir hareketle gerçekleşir…
Evet, âteş düştüğü yeri yakar; lâkin, kimi yanmalar, –mecâzî mânâda– pişmeye, olgunlaşmaya, tekâmüle, kemâle vesîle olur… Âteşin düşmesi her zaman olumsuz bir şey olarak telakkî edilmemelidir… Meselâ, –mecâzen acı mânâsında– âteş, düştüğü yüreği sabır, metânet ve şükür tohumlarıyla döller…
Eyyâm-ı Adl…
Bahâr mevsimi için, “eyyâm-ı adl” –adâlet günleri– denmiş olması, hem hava sıcaklıklarının –ne çok soğuk ne çok sıcak– îtidâle yakın mûtedil olması ve hem de gece gündüz sürelerinin 21 Mart’ta eşitlenmesi ile alâkalı olabilir… Ayrıca, bahâr, getirdiği tabîî dış güzellikleri eşit bir şekilde herkese adâletle sunar… Bilhassa bu son özellik muvâcehesinde, “âdil sultân” ile “bahâr” arasında bir teşbîh ve temsîl alâkası kurulmuş, âdil sultan bahâra benzetilmiştir…
1069 yılında Tabgaç Uluğ Buğra Han’a ithâf edilen Kutadgu Bilig’in dîbâce kısmında tevhîd, na‘t ve Dört Sahâbe –Ebûbekir, Ömer, Osmân, Alî– medhiyesinden sonra, bahâriyye türünde 61 beyitlik bir Uluğ Buğra Han medhiyyesi yer almaktadır… Bu, aynı zamanda Töreli Türk Edebiyâtı’nın bilinen ilk bahâriyyesidir… Bu hacimli bölümün bilhassa giriş kısmında, bahar, tabîî hayâta getirdiği nîmetler, zenginlikler ve güzellikler çerçevesinde tasvir ve tavsîf edilmektedir:
Togardın ese keldi öndün yeli
Ajun etgüke açtı uştmah yolı
[Öncü olarak doğudan bahar yeli eserek geldi;
dünyâyı süslemek için cennet yolunu açtı.]
Yagız yir yıpar toldı kâfûr kitip
Bezenmek tiler dünyâ körkin itip
[Kâfûr gitti, yağız yir misk ile doldu;
Dünyâ kendisini süsleyerek bezenmek istiyor.]
İrinçig kışıg sürdi yazkı esin
Yaruk yaz yana kurdı devlet yasın
[Bahâr esintisi zorlu kışı sürüp götürerek
parlak yaz yine mutluluk yayını kurdu.]
Kurımış yıgaçlar tonandı yaşıl
Bezendi yipün al sarıg kök kızıl
[Kurumuş ağaçlar yeşiller giyindi;
–her yer– mor, al, sarı, yeşil ve kızılla süslendi.]
Tümen tü çiçekler yazıldı küle
Yıpar toldı kâfûr ajun yıd bile
[Binlerce çiçek gülerek açıldı;
Dünyâ misk ve kâfûr kokusuyla doldu.]
Bu bahâriyyede ayrıca Tabgaç Uluğ Buğra Han’ın medhi sadedinde, devletinin devâmı için duâlar da yer almaktadır:
Ajun tuttı Tavgaç Ulug Bugra Han
Kutadsu atı birsü iki cihan
[Ulu Tabgaç Buğra Han dünyâya hâkim oldu;
adı kutlu olsun, –Allâh– onu her iki cihanda kutlu kılsın.]
Ay din ‘izzi devletka nâsır mu‘în
Ay milletka tâc ay şerî‘atka dîn
[Ey dînin azîzi, ey devletin yardımcısı,
ey milletin tâcı, ey şerîatın hizmetçisi!]
Bayat birdi barça tilemiş tilek
Bayat ok bolu birsü arka yölek
[Kadîm –Allâh-, sana bütün dileklerini verdi;
Kadîm –Allâh-, hep sana arka ve destek olsun.]
Töreli meclisler…
Töreli edebî hayat, bir meclis, bir sohbet, bir musâhabe edebiyâtından beslenmiştir… Bu, meselâ Dîvân şiirinde “dîvân meclisi, şiir dîvânı”, Âşık şiirinde “atışma meydânı, saz-söz meclisi” ve Tekke-tasavvuf şiirinde ise “ilâhî, nutuk ve nefesli zikir halkası” şeklinde tezâhür etmiştir… Meclislerin ideal mevsimi ise bahardır… Bu bahar meclisleri, şu iki ideal meclisin hâtırına ve onları hâtırlamak ya da hayâl etmek gâyesiyle kurulur:
- İnilip gelinen ve oradan inildiği kabûl edilen, âlem-i ervâhın toplu bulunduğu ilk meclisin, “Meclis-i Elest”i hâtırlamak, Elest Meclisi’nin hâtırasını yaşatmak, hasretini yaşamak için…
- Gidilecek olan, varılacağına inanılan, orada kalınacağı ümîd edilen “cennet” meclisinin hayâlini kurmak ve yaşatmak için… Zîrâ, bahâr, cennetin tek ve mevsimidir…
Meclis-i Elest, dîvân meclislerinin, şiir meclislerinin, ıyş u işretli sohbet meclislerinin, ezcümle bütün töreli meclislerin enmûzec-i evveli, prototipi, yâni ilk örneğidir… Töreli şiir, Meclis-i Elest’in de mevsimini bahâr kabûl eder:
13-14. asır şâiri Yûnus Emre, Meclis-i Elest’i –yâhut Elest Meclisi’ni–
Çarh-ı felek yoğıdı cânlarumuz var iken
Biz ol vaktın dost idük Azrâîl ağyâr iken
Çalab ışkı cândaydı bu bilişlik andaydı
Âdem Havvâ kandaydı biz anunla yâr iken
Ol vaktın biz uçarduk cevlân urub göçerdük
Nûrdan şarâb içerdük Hakk bizi toylar iken
Ne oğul vardı ne kız vâhid idük anda biz
Konşıyıduk cümlemüz nûr tağın yaylar iken
mısrâlarıyla anlatırken “nûr dağında yaylamak”tan bahseder… Bahsi geçen “vakt”in de bahâr sayıldığını söylemek gerekir…
- asır şâiri Usûlî ise,
Kanı şol gün kim cemâl-i yâr idi eglencemüz
Devletinde her cihetle var idi eglencemüz
Murg-ı dil ışk âyetin okurdı bülbüller gibi
Hüsn bâğında gül-i gülzâr idi eglencemüz
Besleridi tatlu dillerle dili tûtî gibi
Mısr-ı cânda bir şeker-güftâr idi eglencemüz
Cân u dil Mûsâsı gark idi tecellî nûrına
Tûridi seyrânumuz dîdâr idi eglencemüz
Sohbetinde yoğıdı ağyârdan hergiz melâl
İy Usûlî bir gül-i bîhâr idi eglencemüz
beyitlerinde, insânın yaratılış ve varlık sâhasına iniş seyrindeki mertebelerden her birini “eğlence” yâhut “eğlenme, dinlenme –mola– yeri” olarak görmekte, rûhların cenâb-ı Hakk ile mülâkât hâlinde bulunduğu Meclis-i Elest’i ilk eğlence yeri olarak kabûl etmektedir… Gazelin başındaki “Kanı şol gün” –Nerede o gün..?– ifâdesindeki “gün” ise, nevrûzdur, bahârın ilk günüdür… Cemâl-i yâr, bülbül, gül, gülzâr, bâğ, tecellî, tûtî, seyrân, eglence, sohbet kelimeleri ile şiirin tamâmında bir bahar iklîmi kurulmuştur…
Cennet iklîmi her dâim bahardır…
Bu dünyâda kurulan her meclis, cennet hayâl edilerek kurulur…
Bu telakkî, 15. asır şâiri Revânî’nin terkîb-i bend şeklindeki Sûrnâme’sine şu beyitlerle yansır:
Sâkî getür şerâbı ko hûrî kelâmını
Dârü’s-Selâmun eyledi meclis selâmını
Şerbet yirine kişi şerâb-ı tahûr içer
Gösterdi halka ni‘meti cennet ta‘âmını
Dâ’im ne ıyş olur bu nice sohbet-i latîf
Cennetde dirler idi bu işret devâmını
Cennet mi sûra eyledi şerbetleri sebîl
Kimi şerâb-ı Kevser içer kimi Selsebîl
Sâkî ko şerbeti şu mey-i hoş-güvârı gör
Bu sûr hıdmetine irişen bahârı gör
Revânî bir gazelinde ise şöyle ifâde edilir:
Bezmümüz içre güzeller yine havrâ mı degül
Odamuz şimdi gönül cennet-i Me’vâ mı degül
Zâhidâ sâkîye havrâ meye Kevser didiler
Cennet esbâbı bu dünyâda müheyyâ mı degül
Kış güninde n’ola ger ıyş-ı bahâr eyler isek
Gonca sâkî gül-i ter câm-ı musaffâ mı degül
Meclisler bahârda bağ ve bahçe gibi dış mekânlarda da kurulsa, kışın saray ve köşk gibi iç mekânlarda da kurulsa, meclislerin ideal zemîni hep bahârdır… Gerçek mekân da olsa yâhut hayâlî / kurgusal mekân da olsa meclis bahâr üzerinde telakkî ve tasavvur edilir… Saraylarda, köşklerde, konaklarda meclisin toplandığı mekânlarda tavan, duvar ve taban süslemeleri ile havuz, çeşme, halı gibi unsurlar, tüm renkleriyle, sesleriyle (su, kuş), kokularıyla (çiçek, buhûr), lezzetleriyle (tatlı ve kokulu meyve ve kök şerbetleri) ve tüm zenginliğiyle bahar ortamını verecek şekilde tefrîş ve tertîb edilir; yâni, kış veyâ güz mevsiminde de meclisler için vazgeçilmez olan bahâr zemîni tedârik edilmeye çalışılır…
Ölüm de bir bahârdır…
Bahârı, “yeniden doğuş” ve “yeniden diriliş” sayan anlayışa göre, ölümü, bahâr ülkesinin bir kapısı, bir eşiği saymak, imkân dâiresine girmektedir; Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın Rindlerin Ölümü şiirinin her mısrâına hâkim olan esâs telakkîdir bu:
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle.
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter
Bahâr-ı Saâdet…
Gül, bahârın en mükemmel mümessilidir; bahârın tâ kendisidir, gül… Bahar, bütün şevkiyle, güzelliğiyle, letâfetiyle birikip gülde tecessüm etmiştir; –Yûnus’tan mülhem– tâbîri câizse, “bahar dala, dikene, yaprağa, renge, kokuya bürünmüş, gül diye görünmüştür”… Gül, sevgilidir; beşerî sevgililerin en sevgilisi Hazret-i Muhammed –aleyhissalâtu vesselâm– efendimizdir… Hem onun rûhunun taayyün-i sânî ile yaratılışı sayılan Hakîkat-ı Muhammediyye ve hem de onun dünyâdaki devri olan Asr-ı Saâdet, tam ve mükemmel bir bahardır; Filistinli Wadah Khanfar’ın siyerine isâbet ve letâfetle verdiği isimle “İlk Bahar”dır… Dahası, Peygamber Efendimiz, bahar mevsiminde (20 Nisan) doğmuş, dünyâyı teşrîf etmiş idi…
Sezai Karakoç, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiirinin ilk bölümünün başında
Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine
Dünya bir istiridye
Dönüşelim inci tanesine
derken, gül, bahar ve inci ile kasdettiği Peygamber Efendimiz olsa gerektir… Aynı şiirin dördüncü bölümünün başında
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa lâyık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
mısrâlarıyla bahsedilen “sürgün”, ancak ve kâmilen bahârda gerçekleşen töreli bir eylem, bir fiildir; şöyle ki, bahâr, tam bir “sürme”, “sürülme” ve “sürgün verme” mevsimidir… Burada, bütün mevcûdâtın ve insânoğlunun, mertebe mertebe Hakîkat-ı Muhammediyye’den türeyip gelişine, sürüp devâm edişine îmâda bulunulmaktadır…
Karakoç, şiirin yine aynı bölümündeki
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
mısrâları ile en sonundaki
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
…
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
mısrâlarında seslendiği, Peygamber Efendimiz’dir… O, bahârdır; bahârın çocukları sayılan mevcûdât ve beşeriyât hep ondan yaratılmış, ondan türemiştir…
Velhâsıl… Sözü daha fazla uzatmadan hulâsa etmek gerekirse denilebilir ki: Bahâr, Töreli edebiyâtın en büyük istiâre alanlarından biridir…
Ezelî bahârın nefesini ebediyyen rûhumuzda duymak niyâzıyla…
Abdülkadir Dağlar
(BAİBÜ, 21.03.2025, “BAİBÜ 2025 Nevruz Programı“ Panel Konuşma Metni)