Prof. Dr. Ertuğrul Karakuş

TOPRAĞA SAYGI

“Geçim” dedik, Aslımızdan geçtik...

“Geçim” dedik,

Aslımızdan geçtik…

TOPRAĞA SAYGI

“Allah’ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti.” İbrahim Sûresi-24

 

Karların beyaz gecelik giymiş bir anne gibi sarıldığı Allahuekber Dağları’nın güneye bakan yamaçları, güneşi artık daha fazla hissediyordu… Eriyen karlar, nicedir dostluk kurduğu bu kara kayalardan ve yer yer ortaya çıkan koyu kahverengi topraklardan, istemeyerek ayrılan narin bir sevgili eli gibi su olup akıyordu… Bu su, cenaze evinden yükselen kadın dövünmelerine benzeyen gürültülü bir şırıltı ile dik yamaçlardan iniyor ve derenin iki yüzüne kurulan küçük köyü ikiye bölüyordu…

Kara Mehmet, İstanbul’a göç etme kararı aldığı son bir ayda her gece olduğu gibi bu gece de uyuyamamış ve sanki kutlu bir doğuma şahitlik etmek istiyormuş gibi toprak evinin kapısına çıkmıştı. Bu ev köyün epeyce yüksek bir yerindeydi. Köyde güneşe ilk “Günaydın!” diyen ev o idi.

Kara Mehmet, evini ve küçüklüğünden beri ter akıttığı tarlaları çok seviyordu. Çocukluğunun ilk terlerini, daha altı yedi yaşlarında bu tarlaların zorlu yolunda akıtmıştı… Ve bu terler o taşlı zeminle adeta hemhâl olmuştu… O yollar da bundan dolayı ayrı bir değer kazanmıştı…

Dik yamaçlardan ve kayalıklardan fırsat buldukça tarla yapılan bu araziler, pek verimli sayılmazdı. Varsın verimli olmasın… Bir zaman sonra verdiklerinden çok aldıkları kutsallaştırıyordu onları! Bütün bir aile, sabahlarının en güzel saatlerini bu tarlalara vermemiş miydi? Çocukluğunun en hayat dolu yılları bu toprakların her karışına damla damla dökülmemiş miydi?

Güneş, bu dayanıklı insanları bütün sıcaklığına rağmen caydıramamış ve bu savaşta hep mağlup olmamış mıydı?

Ya şimdi!… Bırakıp gidecekti buraları… Ona kalsa bir ömrü, belki daha fazlasını bile bu topraklarda geçirmek isterdi… Ama…

Birden o hâkî gözleriyle biricik oğlu Murat geldi aklına… O kararlı ses tonuyla “Baba!” demişti, ardından da “göç”ü bu yaşlı adam için mecbur kılan sözlerini sıralamıştı:

– Bu topraklar karın doyurmuyor baba! Yıllarca yarı aç yarı tok yaşadık… Ama artık böyle olmayacak! Ben İstanbul’a gidiyorum… Sürmelinin Mahmut söyledi. Bir makarna fabrikasında iş varmış. Ayda 600 lira veriyorlarmış! Şu taşlı tarlaların hangisi yılda 500 lira veriyor insana?…

Sesi ne kadar da hoyrat idi Murat’ın…

Dolup dolup da taşamamanın sancısının sızlattığı gözlerle süzdü oğlunu… Ah o gözleri! Toprağı anımsattığı için daha çok sevdiği gözleri… Ve o gözlerin eşlik ettiği acı sözler…

Söyledikleri doğru olabilirdi; ama bu topraklar hakkında konuşurken ses tonundaki o küçümser tavır hiç hoşuna gitmedi… Doğruydu! Bu topraklarda birini iki yapamazdın. Bir ceketin varsa, bir tane daha almaya kalkmak delilik sayılırdı… Ama bu topraklar ekmeğin en helalini yedirirdi insana! Bunları oğluna anlatmayı denedi, olmadı…

Karşı yamaçta serili bir döşek gibi yatan Armutlu Tarla’ya baktı sevgiyle… Bu tarla ismini, cesur bir bekçi gibi tam orta yerinde duran dağ armudu ağacından alıyordu. O, Kara Mehmet ve ailesi için özel bir tarlaydı. İsmini bütün köy öyle bilirdi: Armutlu Tarla…

Gözkapaklarının içinde hafif bir acı hissetti. Sıkıca yumdu gözünü. Yaş çıksın istemiyordu sanki! Tüm çabasına inat, sıcacık damlalar, güneşten kararan yüzde kendine incecik bir yol buldu…

O tarlaya gitme arzusu kapladı içini. Artık hem yürüyor hem ağlıyordu… Bu yolu hayatında bilmem kaç yüz defa gitmişti… Ama hiçbir seferinde de o ilk istek, o ilk heyecan kaybolmadı… Karşılanışı da öyleydi her defasında…

Yokuş yine terletti Kara Mehmet’i. Ama burada terlemek onun için yemek yemek, su içmek kadar sıradandı. Hatta bir ihtiyaçtı…

Armutlu Tarla’nın tam ortasında büyükçe bir dağ armudu ağacı vardı. Güz geldiğinde bu ağacın ceviz büyüklüğünde meyveleri olurdu.

Kara Mehmet küçüklüğünü hatırladı… Köyün çocuklarını toplar gelirdi buraya. “Bizim tarlamızın ağacı!” derdi göğsünü kabartarak. Bu ağacın hem bol hem de tatlı olan armuduyla övünürdü. Diğer dağ armudu ağaçlarının meyveleri tamamen yeşil olmasına karşın, buradakiler biraz sarıya çalardı…

Toplanan armutlar da öyle hemen yenmezdi… Önce bir güzel samana veya arpaya gömülürdü. Bir iki hafta içerisinde bu armutlar koyu kahverengi bir renk alırdı. Sanki rengiyle birlikte tadı da koyulaşırdı…

Bunları düşünürken gayriihtiyari yutkundu…

Tarlanın sınırına gelmişti, armut ağacının yanına varmak istedi, besmele çekip tarlaya ilk adımını attı. Bu önemliydi! Rahmetli babası besmelesiz hiçbir tarlaya girmezdi. Bereketi kaçarmış… Ona da babası öğretmiş…

Kara Mehmet, armut ağacına doğru ilerledi. Yer yer nemli toprak, lastik ayakkabısına yapışıyordu. Onları, ayağını şöyle bir çırpıp atabilirdi, ama kıyamadı…

Ağaç, kışın yorgunluğunu yeni yeni üzerinden atıyormuş gibiydi… Çıplak dallarını vakarla özgürce salıyordu göklere… Güz gelince alabildiğine armut dolacak bu dallardaki vakar, yerini bereketin ağır başlılığına bırakacaktı…

“Güz gelince!…”

Güzün burada olamayacağını, bu dallar cömertçe ikramını sunarken İstanbul’un bir gecekondusunda, şekilsiz duvarlardan medet umacağını düşündükçe kahroldu…

Ağacın gövdesine uzun parmaklarıyla dokundu. Tırmanmak istedi. Ekin biçerken yorulup bu gövdeye yaslanan, bu gölgede dinlenen babası geldi gözlerinin önüne… Hatta dedesi… Tırmanmaktan vazgeçti…

Ağaca sırtını dönmeden birkaç adım geri gitti, dizlerini toprağa koydu, bir avuç toprak alıp doyasıya kokladı… Bu koku ona geçen ömründen, belki de daha öncesinden, belli belirsiz şeyler anımsatıyordu… Zihninde netleştiremedi onları. Kesin olan bir şey varsa o da bu kokunun çok tanıdık olduğuydu ve bu koku, hayat veren bir kokuydu!…

Bu topraklardan ayrılamayacağını hissetti birden… Ama aklına hep o kararlı hâliyle Murat geliyordu.

Sesi ne kadar da hoyrat idi Murat’ın…

Boynunu büktü, düşündü…

Birden aklına zor bir bilmecenin cevabı gelmiş gibi gözleri parladı! Evet, bulmuştu! Bu topraklardan ebediyyen ayrılmamanın yolunu bulmuştu… Oğluna sıkı sıkıya tembih edecekti… “Benim ölümü oralarda koma! O armut ağacının dibine getir, hesap gününü burada bekleyeceğim!…” diyecekti. Bu onu, bir nebze olsun rahatlattı… Eninde sonunda buraya döneceğini bilmek ona az da olsa huzur verdi…

Kara Mehmet ayağa kalktı. Toprağı incitmek istemeyen ağır adımlarla köye yöneldi… Sınıra gelmişti. Önce sağ sonra da sol ayağını iyice topraktan arındırıp tarladan çıktı. O topraklar, bu tarlada kalmalıydı ve o tarla da Kara Mehmet’ in gelişini beklemeliydi!… Kara Mehmet’in… Toprak karası Mehmet’in…

Tarladan çıkarken besmele çekmeyi unutmadı…

Ertuğrul Karakuş

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu