Başkalarının Kavramları ile Kendi Dünyamızı İnşâ Edemeyiz!
“Ehliyet” ve “liyakat” kavramlarının ağızlarda sakız edildiği zamanları yaşıyoruz.
Arapça “ehl” “ehil” kökünden türeyen bir kelime “ehliyet”. “Ehil” kelimesi Kubbealtı Lügatine göre “sahip – mâlik (ehli-namus), bir yere, topluluğa ait olma (ehli-vatan) ve bir işin ustası, o işte becerikli, mahâretli, ehliyetli, muktedir, yeterli kimse” anlamlarına gelmektedir. Ehliyet ise aynı lügatte “bir işi yapabilme gücünü sağlayan ustalık, beceriklilik, kâbiliyet ve kifâyet, yeterlik” olarak ifade edilmektedir. Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre ehliyet iki farklı mânâya geliyor. Birincisi sürücü belgesi, ikincisi ise ustalık, uzluk yani üstat olarak îzah edilmektedir. Bir diğer Arapça kökenli olan “liyâkat” kelimesi ise Kubbealtı Lügatine göre “lâyık olma, uygunluk, lâyık olmaya sebep teşkil eden yetenek, yeterlilik, kifâyet” olarak açıklanırken, TDK sözlüğüne göre, “bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu” şeklinde açıklanmaktadır.
Bizler kelime mânâsı ile bu kavramları kökleri îtibârîyle İslâmiyet ve Müslümanlıktan almaktayız.
Bugün geldiğimiz noktada ise bu kavramlar üzerinden İslâmiyet ve Müslümanlık son derece hunharca yıpratılmaya çalışılmakta. Gerek dili ben İslâm üzereyim deyip, kalbi başka söyleyenler eliyle (İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır_ Bakara 8)., gerek diliyle ben İslamcı yada dinci düşmanıyım deyip, gerçekte kalbi İslâm düşmanı olanlar eliyle (Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman olurlar, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar ve inkâr etmenizi arzu ederler_Mumtehine 2)…
İğneyi önce kendimize batıralım…
Bizler bugün maalesef Müslümanlar olarak Hz. Kur’an’a ve onun açıklayıcısı ve en güzel örneği olan, önderimiz Resûlullah (s.a.v.) sünnetine göre değil de kendi yaşadığımız hayatlara göre şekillendirdiğimiz İslâm aromalı bir dine inandığımız için dayatılan her şeyi günümüzün mecbûrî kabulleri olarak görmekteyiz. Sanki dünya üzerinde yaşanan tüm menfur olayların suçlusu ve müsebbibi İslâm ve onun getirdiği yaşam tarzıymış gibi… Ilımlı İslam, yeşil kuşak, Arap baharı gibi görünüşte süslü tepsilerde fakat gerçekte modernizm denilen tek dişli canavar eliyle sunulan, dayatılan batı merkezli proje dinler eliyle köklerimizi ihmale, inkâra ve hatta imhâya kadar götüren sürece doğru sürüklenmekteyiz.
Hz. Kuran’ da Nisâ Sûresi 58. ayette Allah (c.c.) “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” diye buyururken, Buhâri’de geçen bir hadiste Efendimiz “İş ehil olmayana tevdî edildiğinde, kıyameti bekleyiniz” derken bugün nereye, hangi kâideye, hangi kaynağa göre iş yapmaktayız, emanetleri ve işleri teslim etmekteyiz. Millet olarak bunun üzerinde çokça düşünmeliyiz.
İbâdet, Ahlâk ve Medeniyet Tasavvuru…
İslâm’ın olmazsa olmaz üç sac ayağı vardır bunlardan ilki ibâdet (kelime-i şehâdet, namaz, oruç, zekât, hac, sadaka, infâk, tebessüm vb.) ikincisi ahlâk (yaratılmış her şeye, insan, hayvan, bitki ve diğer tüm mahlûkata) saygı, sevgi, hürmet, dürüstlük nazarı ile bakma ve diğeri ise medeniyet tasavvurudur (Ahlâken ve esasları bakımı ile kemâle ermiş irfân ehli ârifler tarafından târif edilen, ilim ve sanatla yoğrulmuş mâruf medeniyet teşekkülü). Asr-ı saâdette bu üç sac ayağı tastamam idi ve İslâm önce doğduğu coğrafyaya ve akabinde yakın zamanlara kadar Türk İslâm sancaktarlığı vasıtasıyla tüm cihâna neşvünemâ ve nizam getirdiğinde bu üçü zincir halinde birbirinden ayrılmaz ve yine birbirinin tamamlayıcısı hasletler idi.
Bugün geldiğimiz nokta…
Bugün bu üç sacayağının ikisi kırık vaziyettedir. Önce medeniyet ayağı sonrasında ise ahlâk ayağı kırılıp parçalanıp hayatımızdan sökülüp çıkarıldı. İbâdet ise gösteriş ve riyâ ile bezenip, özü ve ahlâka bakan yönü ayıklanarak 5 vakit yatılıp kalkılan, fecr-i sâdıktan (imsaktan), iftara (güneş batana) kadar aç kalınmak suretine indirgenen bir hâle büründürüldü. Samîmiyetsiz ve riyâkâr ibâdet, ahlâkın tamamlayıcısı olma özelliğini kaybetti. Ekonomik hayatımızdan, sosyal ve gündelik yaşantımıza, siyâsi hayatımızdan aile yaşantılarımıza kadar bu samimiyetsizlik ve riyâkarlık sindi, yerleşti.
Son söz… – Din hurâfeleri yok etmezse, hurâfeler dini yok eder.
İnsan şahsiyetini alçaltan, onu eşyayla bir tutan Batı’nın gözü önünde Batı medeniyeti adına işlenen katliamları modern bir şekilde seyrederken, barış ve huzur anlamına gelen İslam’dan, İslâm görünümlü Boko Haramlar, Daeşler devşiriyorlar. O yüzden “Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Bu hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslâm benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir” diyen rahmetli bilge lider Aliya İzzet Begoviç’in şu veciz ve hayata geçirmemiz gereken sözü ve kendimize muhakkak sormamız gereken sorusu ile vedâ edelim;
– Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.
– Dünya üzerindeki Müslümanların vaziyetini düşündüğümde, ilk sorum hep şu olur: Acaba hak ettiğimiz kaderi mi yaşıyoruz, acaba vaziyetimiz ve mağlubiyetlerimiz konusunda daima başkaları mı suçlu? Eğer biz suçluysak -ki ben böyle olduğu kanaatindeyim yapmamız gereken neyi yapmadık yahut yapmamamız gereken neyi yaptık? Bana göre bunlar, bizim imrenilmeyecek vaziyetimizle ilgili iki kaçınılmaz sorudur.
…
Haydi kalın sağlıcakla…