Ben kimim, neden varım, nereden geldim ve bu gidiş nereye muammalarında, istikametini bulmaya çalışan bir garip yolcu; İNSANOĞLU…
Varlığını anlamlı kılma telaşında, yaşam gayesini, varlık sebebini bulma, tüm mevcudat içerisinde vücuda gelme nedenini anlama merakında bir garip âdemoğlu…
Bu arayış, bu yolculuk insanın var olduğu ilk günden bugüne kadar devam edegeliyor. Felsefe, edebiyat, tarih, sanat ve bilumum diğer ilmi sahalar hep bu çabanın bir sonucu.
Anlam arayışı… Varlık sebebi…
Anlam neden bu kadar önemli, anlamı bulmak için neden bunca zahmet? Bulanların erdiği rahmet, arayanların duyduğu zahmet, bulamayanların içine düştüğü gaflet… Eksiklik, yarım ve arada yani arafta kalmışlık hissi…
Peki niçin? Bu arayış, bu çaba neden?
Cevap: ADANMAK İÇİN!
Peki neye adanmak için?
Daha yüksek bir statü, daha yüksek bir ücret, daha iyi yaşam koşulları, daha büyük bir ev, daha lüks bir arabaya sahip olmak için mi?
Ulvi bir gayeye, kutsi bir menzile, uykusuz kalınacak gecelere, cihanşümul bir hayale, uğruna dağlar delinecek bir Şirin’e adanmak için mi ya da…
Hepsi mümkün. Hepsi günümüz şartlarında geçerli. Çevremizde hepsine uygun bir prototip rol model bulabiliriz. Peki bu rol modellerden, bu tercihlerden hangisi daha doğru, daha isabetli?
Burada sualin cevabını asıl belirleyecek unsur; kişinin sahip olduğu değerler manzumesidir. Yani materyalist bir tutuma sahip insan için daha yüksek ücret ve daha yüksek statü şüphesiz kızıl elma gibi elle tutulamayan, gözle görülemeyen bir hülyaya tercih edilecektir.
Ya da tersi. Dünyaya vazifeli olarak, sorumlu olarak geldiğine, getirildiğine inanan, böyle bir şuura sahip insan için bu vazifeye bu sorumluluğa layık olabilme anlayışı ve inancı tüm diğer maddi unsurların üzerinde bir yerde olacaktır kuşkusuz.
O zaman insan için şahıslar, olaylar, nesneler, oluşlar ve olmayışlar ile ilgili sahip olduğu tutum ve bu doğrultuda geliştirdiği davranışlar kişinin kendisine yani varoluş sebebine yüklediği anlam ile doğrudan alakalıdır. Kişinin tutumunu oluşturmada filtre görevi gören tüm algıları bu doğrultuda gelişmektedir.
İşi, eşi, arkadaşları, ailesi, üye olduğu dernekler, vakıflar ve diğer tüm her şeyi bu filtreler ile kendi varlığına yüklediği anlam çerçevesi içerisinde belirlenmektedir.
Bu saydığımız unsurlardan bu gayeye, bu amaca hizmet etmeyen veya varlık sebebine, anlamına, adanmışlığına engel olduğunu düşündüklerinden kaçışın da asıl sebebi bu olsa gerek. Tamamlanamama, tam olamama korkusu, menzile varamama, ulaşamama kaygısı.
Ya da tam tersi kendisini anlamına, adanmışlığına yaklaştıranlara karşı duyduğu sempati hatta vefa hissi, onları yakınında tutma hep bir ve beraber olma isteği.
Başarılı işlerin, mutlu evliliklerin, çok sağlam dostlukların arkasında yatan önemli bir motivasyon unsuru bence bu. Anlamı birlikte tamamlama arzusu… Birlikte adanma duygusu…
Amaca birlikte varmana yardımcı olan yani iyi günde kötü günde anlamını tamamlamana destek olan bir aile, varlık sebebini tamamlayan, dünyadaki vazifeni olduran, adandığın bir iş, bir vazife ve bu yolda ruhunu, gönlünü besleyen dostlar…
Bütün bunlar samimiyeti de ekmek gibi su gibi besleyen gıdalar aslında. Yani demem o ki samimiyetin temelinde anlamlılık ve adanmışlık var a dostlar. Samimiyetin olmadığı yerde samimiyetsizlik yani -mış gibi olmak vardır. Gerçekten adanmak yerine adan-mış gibi olmak.
Biz bu hakiki anlamı, bu samimi adanmışlığı Bedir’de görüyoruz. İnanmış ve adanmış üç yüz on üç yürek. Yalnız ama yalnızca kin ve nefret mayası ile yoğrulmuş, yürüyen cesetlerden ve yaşayan ölülerden ibaret ama kendilerinden çokça kalabalık, sayıca ve nicelik olarak çok üstün binlerce müşrike Allah’ın izni ile galip gelmişlerdi. Çünkü inanmışlardı ve samimilerdi.
Biz bu adanmışlığı Çin sarayına, geri dönmeyi düşünmeden dalan Kürşad’da ve kırk çerisinde ve “gök girsin kızıl çıksın” sözlerindeki samimi teslimiyette görüyoruz. İspanya kıyılarına çıkıp geriye dönmemek üzere gemileri yakan Tarık bin Ziyad ve komutasındaki İslam ordusunda görüyoruz.
Biz bu inanmışlığı Malazgirt, Sırpsındığı, Kosova, Niğbolu, Varna, İstanbul ve daha yakın zamanda Düvel-i Muazzama ’ya karşı Gelibolu’da, Sakarya ve Dumlupınar’da görüyoruz. Sadece cenk meydanlarında değil, ilim, fen ve sanat sahasında da kısaca insanın olduğu tüm alanlarda da görüyoruz.
İbni Sina’nın neşterinde, Biruni’nin usturlabında, Cezeri’nin filli saatinde, Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinde, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde, Kaşgarlı Mahmud’un lügat’inde Fuzuli’nin divanında, Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ında görüyoruz. Hülasa bu topraklarda ve gönül coğrafyamızda nereye nazar etsek orada bir adanmışlık, bir anlamlılık görüyoruz.
Çok şükür tarihimiz, inanmışlık ve adanmışlık kayıtları ile nakış nakış işlenmiş, her biri kahraman ecdadın ve onların torunlarının göğsüne bir nişan, bir hatıra olup asılmış.
Şimdi tıpkı mazimiz gibi atimizde de adanmışlık hikayeleri yazma zamanıdır. İlhamını köklerimizden, medeniyetimizden ve kadim töremizden alan anlamlılık ile bezenmiş adanmış bir nesil. Evinde, işinde, vazifesinde adanmışlar ve inanmışlar ordusu.
O yüzden Türkiye’nin ikinci yüzyılının en önemli gündemi maarif olmalı. Adanmış ve anlamını tamamlama derdi ile dertlenmiş nesiller yetiştirebilmek bundan gayrı en birinci vazife olmalı.
Tarihin hemen hemen her döneminde başlatıcı ve itici unsurlar olan taklit ve takipten bilimde, teknolojide, sanatta artık kadim medeniyetimizin ve varlık sebebimizin anlamlarını görebileceğimiz bir merhaleye uzanmanın, bize ait özgün olanı yollarını aramalıyız.
Kazanımlarımızı korumak ve yeni kazanımlar yolunda samimiyetle cehdetmek gayretinde olmalıyız. Tıpkı ecdat gibi torunlarımızın göğsüne iftihar edebilecekleri nişanlar sıralamanın derdinde yorulmalıyız.
Adanacağınız bir gaye, bir mefkûre, bir aile, bir gâile, bir vazife, bir meşgale, bir merhale ve bir rahle bulabilmeniz duası ve ümidiyle…
Esen kalınız efendim.