Geçtiğimiz haftalarda iktisâdi ve idâri sistemin tarihsel ve nazarî tekâmülünden bahsettik. İktisâdi ve idâri disiplinin bu çağdaki durağı modernizm ve post-modernizmden dem vurduk. Modern iktisadın, sorunu; kıt kaynaklar ile sonsuz ve sınırsız olarak tanımlanan ihtiyaçların tatmini şeklinde tüketimi kutsayan bir yorumla ele aldığını ifade ettik. Sonrasında ise bu yorumun, töreli bir tahlilini gerçekleştirip, bu önermenin sorunlu bir önerme olduğunu anlatmaya gayret ettik.
Bu hafta ise iktisadi sorunun kıt kaynak olarak nitelendirdiği unsurlardan biri olan “emek”, “çalışan”, “işgören” ve “iş gücü” olarak da adlandırılan fakat daha geniş ve kapsayıcı olan ifadesiyle “İnsan Kaynakları” konusuna giriş yapacağız.
İnsan kaynakları ile ilgili bir tetkikin ise ancak “insan” kavramının yani insanın ne olduğu veya ne olmadığının anlaşılması ile mümkün olabileceğine inanıyoruz. Çünkü insanı, diğer üretim unsurları olan sermayeden, doğal kaynaklardan, teknolojiden yani özetle eşyadan ayıran ona özgü hasletler bulunmaktadır. Bu özellikler bilinmeden insanı bilmek, dolayısıyla da bilmediğini idâre edebilmek çok da mümkün görünmemektedir.
İnsan bir üretim tesisindeki makineler gibi programlanabilen, bir ölçüm cihazı ile kalite düzeyi kolaylıkla tespit edilebilen bir varlık değildir. Aksine karmaşık doğası ile muammâ bir varlıktır. Bu muammânın yanıt ve çözümü ise yine bu muammânın kendi içindedir. Yani muammâ da çözüm de bizzat insanın kendisidir.
Bu haftaki yazımızın başlığının ilhamı, Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocanın “Kendini Aramak” adlı kitabından. Kitap, hocanın 2003 ile 2010 yılları arasında Anlayış dergisinde yayınlanan insanı, tabiatı, hayatı, bilgiyi ve inancı kendilik arayışı içinde sorgulayan 42 yazısının bir araya getirilmesinden oluşmaktadır.
Tabi İhsan hocanın bu çalışması, kendini aramak üzerine yapılan ne ilk çalışmadır ne de son çalışma olacaktır. Kendini aramak meselesi insanın var olduğu günden beri hem aklını hem gönlünü kurcalayan, uykularını kaçıran bir mesele. Ben kimim? Neden varım? ile başlayan. Nereden geldim? Nereye gitmekteyim? ile devam eden sorular ve yeni sorular ve yine sorular… Mebde ve meâd… Başlangıç ve varılacak yer… Ve bu ikisi arasında mâ beyne hümâda (ikisi arasında) akan insan.
Ontolojik olduğu kadar epistemolojik, epistemolojik olduğu kadar etnografik sorular. İnsanlık var olduğu günden beri bu sorulara yanıt bulma çabasında. Hatta insanlık tarihi için kendini arama tarihidir desek abartılı bir iddiada bulunmuş olmayız.
Bu uğurda nice mütefekkirler, nice mutasavvıflar dirsek çürütmüştür. Nice ulemâ, kudemâ ömür adamıştır bu grift bilmeceyi çözmeye. Nice şöhretli üdebâ, şuarâ anlatmaya gayret etmiştir bu başlangıç ile dönüş arasındaki yani ikisi arasındaki insanı. Bu doğrultuda nice felsefi akımlar, nice kitaplar, nice şiirler, nice yaklaşımlar zuhura gelmiştir.
Hâsılı kelâm hülâsa-ı meram insanın varlık sahasına çıktığı ilk günden beri mühim meseledir kendini aramak meselesi. Peki kendini aramak meselesi herkes için mühim midir?
Kendini aramak kimler için mühim meseledir?
Varlığının bir tesadüf sonucu meydana gelmediğine inananlar için; dünyaya gelişinin bir rastlantı, bir tesadüf eseri olmadığına inananlar. Bu tip insanlar, varlığının var olmasına olağanın dışında gerekçeler arar ve varlık nedenini irade sahibi mutlak bir güce izafe ederler. Varlığının kaynağını daha büyük ve daha derin bir gücün iradesi ile ilişkilendirerek varlığının fizyolojik ve biyolojik süreçlerini de o gücün irade ve idaresinde arar.
Bazıları bu gücü, kozmik bir güç olarak doğaya izafe edip, bir dişi ve bir erkeğin sperm ve yumurtalarının uygun zeminde birleşimi ve olgunlaşması ile biyolojik irade gücü üzerinden izah etmeyi yeğler. Bunlar, kendilik arayışında daha derin ve aşkın bir gücün iradesini aramayı bırakırlar. Sadece masasının üzerinde elle tutulan ve gözle görünen, laboratuvar ortamında deneyimleyebildiği gerçeklere inanan pozitivizm müntesibi o kişinin bundan sonraki arayışları ve o arayışlarının neticesindeki buluşları, yalnızca kabukla ilgili olacaktır.
Çünkü pozitivist bir derviş için kabuk ve katmanlar ile muhafaza edilen mânâ, elle tutulamaz, laboratuvarda gözlenemez ve test edilemez müşkül bir mevhumdur. Bu nedenle kabuktan öze, özden cevhere geçemeyen pozitivist haliyle ikinci aşamaya yani varlığını yeryüzünde anlamlı kılma aşamasına geçme kabiliyetinden yoksun kalacaktır. Aslında böyle bir derdi de yoktur.
Varlığının anlamını bulmaya çalışanlar için mühim meseledir kendini aramak; et ve kemiğin ardındaki mânâyı, vücudunun mevcuda gelişindeki sebebi yani var oluş amacını arayanlar. Bu kişiler yaradılışlarının alelade olmadığını, mühim bir müşkülü çözmek, önemli bir vazifeyi ifa etmek için geldiklerine inanan kişilerdir. Bu kişiler varlık amaçlarını, yaşam gayelerini ararken aslında kendine doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar.
Kendi ile diğerleri arasındaki farkı anlamak isteyenler için mühim meseledir kendini aramak; yaratılmışlar içinde kendisinin dışındakilerle olan benzerlik ve farklılıklarının ne olduğunu anlamak isteyenler, kediyle, papatyayla veya bakırla kısaca eşya ile arasındaki farkın ne olduğunu anlamaya çalışanlar, içindeki hayvânata, nebâtata ve mâdenata bakanlar. Anâsır-ı erbaayı (dört anaunsuru) kendinde bulanlar. Tüm mevcudat ile vücudunun bir tek olduğunun malumatına erişenler için mühim meseledir kendini aramak.
Bu farkın yüklediği sorumlulukları yerine getirmek bunun için kendisine bahşedilen yetkinlikleri ve yetenekleri kullanmak isteyenler için; dağların taşların yüklenmekten imtina ettiği bu yükün, bu sorumluluğun ne olduğunu yine sorumluluklarının gereklerini ifa etmek için arayanlar, bu yükün hakkını vermek için yola çıkanlar, yolda olanlar, yolda kalanlar, baş verenler, baş alanlar için mühim meseledir kendini aramak.
Bu arayış engellerle dolu bir arayıştır, varma garantisinin olmadığı bir yol, bulma garantisinin olmadığı bir gizdir. Ama atalar yadigarı töresözde dediği gibi yine de bulanlar arayanlardı. Bazısı çöllerde leyla diye sızladı, bazısı dağlarda şirin deyip kocadı, kimi hac yolunda, kimi iğneli fıçıda, kimi Olympos’ta…
Sevgili ise Hira’da…
Eşref olan insan, bulabilmesi için kullanacağı donatı ile geldiği gurbette alemi anlamak için ademi, ademi anlamak için alemi aramaya koyuldu. Çünkü her ne var ise alemde o mevcut idi ademde. Bunun için akıl, duyu ve duygularla donatılan bir varlık olarak irade edebilme ve idare edebilme yetkisi ve hürriyeti ile teçhiz edilmişti. Tabi ne kadar yetki o kadar sorumluluk. Yetki ve sorumluluk denkliği ilkesinin, adaletin tecellisinin bir gereğiydi bu. Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı ayırt edebilen bir akıl. Bahşedilen şerefin bedeli her zaman doğruyu, iyiyi ve faydalı olanı tercih etmekti,
aksi durum esfel-i sâfilin yani aşağılıkların aşağısı,
en aşağısı…
Başkasını bilene âlim, kendini bilene arif denir . İlim ile irfan aynı yolun mertebeleri, sırlanmış katmanlarıdır. Kendini bilenlere selam olsun… Gönlüne bereket Özgür Hocam.
Senin de gönlüne sağlık kıymetli hocam.
Arif anı seyreyler. Mevlâ görelim n’eyler,
Neylerse güzel eyler.