
Buraya kadar, İslâm âleminde yaşanan sorunların sebepleri içinde en önemlilerinden biri olarak ubûdiyet ile muâmelâtın birbirinden ayrılması yani din ile yaşamın birbirinden kopartılması olduğunu belirttik.
Kulluğun sadece Allâh ile kişi arasında yaşanmasına müsaade edildiği, gündelik iş, işlem, muamele ve mukavelelerde ise dinin dışlandığı ve bu durumun hem Müslüman kişiliğinde hem de İslâm âleminde şahsiyet bölünmesine sebep olduğunu yazdık.
Bu şahsiyet bölünmesini biraz daha detaylı incelediğimizde farklı birkaç konu daha dikkat çekmektedir. İslâm âleminde gözlenen bu kimlik ve kişilik bölünmesi; yani, ibâdetlerinde Müslümanca, yaşantısında ise bir Batılıymış gibi olma durumu ve bu durumun trajikomik halleri hayatın her noktasında görülmektedir.
Günümüz Müslümanları hayatlarının bir bölümünü teşkil eden ibâdetlerini İslâmî kural ve kâidelere uygun olarak tanzîm ederken, gündelik yaşantıları, ticârî işlemleri, eğitim ve tahsil hayatları, kamusal iş ve işlemleri gibi geri kalan bölümlerinde ise bu kural ve kâidelere riâyet etmemekte veya edememektedir.
Gündelik sosyal yaşantısındaki bu bölünme, bu ikilem, Müslüman’ın sadece içtimâî yaşantısına değil düşünce biçim ve tarzlarına da sirâyet etmektedir.
Bu kişilik bölünmesi, bu ikilem, ruhumuz ile cismimiz arasındaki bu aykırılık, her geçen gün, bizi incitmekte, gönlümüzü daraltmaktadır.
Bugünün materyalist ve pozitivist anlayışının hükümranlığında, rasyonalizm ve realizm, her şeyin üzerinde kabul edilerek kıymetlendirilmektedir. Yani bugünün değerler sisteminin önceliği rasyonalizm ve realizmdir. Bu ikisinin tabiî çıktısı olarak da materyalizm. Maddecilik. Yâni maddenin kutsanması, mânânın horlanması…
Tüm disiplinler bu mîzana vurularak anlaşılmaya ve değerlendirilmeye alınmaktadır. Hukuk, eğitim, iktisât, idâre, hatta psikoloji ve diğer tüm disiplinler bu ölçü içerisinde olduğu müddetçe dikkate şâyan ve kayda değer görülmektedir. Bugünün sorun ve meselelerinin yegâne çözüm yolu olarak bunlar gösterilmektedir.
Oysa batıl reçetelerde deva aramak ancak aklın putlaştırıldığı zeminlerde mümkündür. Akıl doğru ile yanlışı, kötü ile iyiyi, faydalı ile zararlıyı ayırt edebilmek için insanoğluna bahşedilmiş en ulvî donanımlardan biri olmasına rağmen tüm kapıların anahtarı değildir.
Duyuları, duyguları, his ve vicdanı inkâr eden akıl, vahşî bir akıldır. Ve nitekim bugün dünyanın içinde bulunduğu vahşet, tam olarak saf çıkarcı ve bencil bu vahşî aklın bir tezâhürüdür.
Peki İslâm’da ölçü nedir? Yani töreli olan ölçü, mîzan nedir?
İslâm’da konular veya disiplinler arasında bir sıralama ve sınıflama yaparsak, en başta hiç şüphesiz hukuk gelecektir. Çünkü bir Müslümanın ister Hak ile olan dikey ilişkisinde, ister diğer her şey ile olan yatay ilişkisinde bu ilişkinin özellik, boyut, şekil, düzen gibi hususiyetlerini vahye dayalı hukuk belirler.
Yani ubûdiyet de muâmelât da sınırları ve muhtevâsı itibariyle vahye ve sünnete dayalı, bu hukuka tâbidir. Mükevvenat içerisindeki kozmik ilişkiler hiyerarşisi de bu hukukun kendi içindeki dinamik ve tutarlı yapısındandır. Rûhî-i Bağdâdî’nin söylediği gibi:
Geldi mahabetinle vücûda mükevvenât
Oldu cemâl-i muhteremin ahsenü’s-suver.
İslâm bir hiyerarşi dinidir. Yani, önceliklere öncelikle riayet edilmesi gereken bir dindir. Bu yüzden önceliklerin doğru sıralanması oldukça mühim bir mesele. Zarûret halleri, keyfiyet halleri, işte hep bu öncelik ve hiyerarşiye bağlı olup, öncelik ve hiyerarşinin tesisi ve tespîti ise fıkha yani hukuka mütealliktir.
En üstte hukuk vardır. Geri kalan her şey ise buna göre konumlanmakta ve sınırları, işleyişi, muhtevâsı yine buna göre belirlenmektedir. İbâdet, ahlak, iktisât, kişiler arası, devletler arası ilişkiler hep bu hukuka tabidir. Dolayısıyla töreli bir idâreden ve iktisattan, bunların ne ve nasıl olması gerektiğinden bahsedeceksek önce bu mevhumların bu töreli hiyerarşik düzende nerede olduklarını bilmek gerekir.
Bu nedenle, İslam hukuku açısından iktisâdın yeri ve konumunun tespiti, bu mevhumun hakikatini anlayabilmek ve sonrasında bu mevhumun gündelik hayattaki uygulamalara taalluk eden taraflarını ortaya koyabilmek için oldukça mühimdir.
Peki, İslâm’da iktisâdın yeri neresidir?
Bu soruya gerek dillerde, gerek kaynaklarda, gerekse çeşitli sahalarda söylenen, yazılan cevaplar geliştirilmiştir. Bu cevaplardan bazıları, bazı mahviller tarafından benimsenip daha öne çıkarılırken bazı cevaplar ise başka bazı mahfiller tarafından benimsenip öne çıkarılmaktadır.
Biz ise burada farklı kişi, kaynak ve mahfiller tarafından ortaya atılan tanım ve fikirlere kısaca değineceğiz. Akabinde ise bu görüşlerin töreli veya türedi yanlarına değinerek iktisâdın töreli bir tanımını yapmaya gayret edeceğiz.
Bu tanımı yapmak ya da iktisâdın İslâm’daki yerini tam olarak tarif etmek çeşitli açılardan bir takım zorluklar ihtivâ etmektedir. Öncelikle bu zorluklara değinelim.
İlk olarak, modern çağın eko-politiğine maruz kalan mevcut ekonomik ortama doğan, büyüyen ve mevcut iktisâdi faaliyetlerini bu eko-politik ortamda yürüten, okullarda bu ekonomik nizâmı ve kurallarını öğrenen akılların töreli iktisât tanımını algılama ve idrak etme zorluğunu ifade edebiliriz.
Bu zorluğun doğal neticelerini iktisat yazınında iyi niyetli çabalarda dahi görmek mümkün.
İslâmî hassasiyet taşıyan fakat günün eko-politik ortamında Müslümanın yaşadığı dezavantajlı duruma kederlenip, Müslümanı bu menfi durumdan kurtarabilmek adına ruhsatları, koşulları, içtihadları esneterek bugünün koşullarına uyum sağlama çabalarının kadük sonuçlarını görüp üzülmekteyiz.
Bu durumun sıkıntılı halleri sadece olaylarda değil mevhumlarda da zuhur etmektedir. İslam Bankacılığı, İslam Ekonomisi gibi trajik mevhumlar….
Misal olarak İslam Bankacılığı kavramını ele alabiliriz. Banka nedir? Ne iş yapar? İslam nedir? Tefeciliğin legal hali olan Bankacılık kavramıyla yan yana gelir mi? Gelmesi uygun mudur?
Kısaca banka faizle para alınıp verilebilen, kredi, iskonto, kambiyo işlemleri yapan, kasalarında para, değerli belge, eşya saklayan ve bunun dışındaki diğer ticârî, finansal ve ekonomik etkinliklerde bulunan kuruluşlara denir. Faizle para alınıp verilebilen bir sektörel kavram ile yani bankacılık ile faizi yasak kılan güzel ahlakın tamamlayıcısı İslâm yan yana gelebilir mi?
Bütün bu örneklerden anlaşılmaktadır ki; başkalarının kavramları ile kendi medeniyet dünyamızı inşa edemeyiz. Bize ait olmayan, töreli olmayan kavramlarla kurulmuş bir toplumsal örgütlenmeden töreli bir yaşam çıkmaz da beklenemez de.
O zaman ilk sormamız gereken soru şudur: töreli iktisadın yeri, ilmi konumu neresidir?



