Doç. Dr. Serdar UğurluTöreli Yazılar

Edeple Giren Lütufla Çıkıyor

Değerli dostlar,

Geçenlerde yine gündeme geldi Allah dostu denilen zatlar gerçekten var mıdır, bunların türbelerine gidilip duada bulunulması caiz midir, bu kişilerin ruhaniyetine sığınmak doğru bir şey midir? Dedikleri gibi bu kişiler ölmüş olsalar bile hala yaşayanların üzerinde tasarrufta bulunabilmekteler midir? Bunun gerçek İslam ile bir alakası var mıdır yoksa biz gerçeğin çok mu dışında gelenekselleşmiş bir din mi icat etmişiz kendimize vs vs…

Ülkemizde değişik platformlarda bu türden hassas konular gündeme gelince hemen bir tartışmanın çıktığını görüyoruz. Sebep ise konu ile ilgili yaşanan fikir ayrılıkları ve din denildiğinde suratı düşen insanların çokluğu. Konu hassas bir konu olduğu için yeterince donanıma ve tecrübeye sahip olmadan konuşmamak en iyisi olacaktır. Çoğu insan gibi ben de konuya yetersiz bilgi ve ön yargıyla yaklaşmak istemiyorum. Bu hassas konular, bizim genelde fikir beyan ederken kekeme konuştuğumuz konulardır. Çünkü ne de olsa millet olarak Allah dostlarını incitmekten her daim korkmuşuzdur.

Ben bu yazımda neyin doğru neyin ise yanlış olduğuna dair bir fikir beyan etmeyeceğim. Sadece başımdan geçen bir hadiseyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Gerisini siz değerli okuyucuların takdirine bırakacağım.

Sene 2005 ya da belki de 2006 idi, tam hatırlamıyorum ama o yıllardan biri olması gerekiyor. Benim de 28 ya da 29 yaşında olduğum bir dönemdi ve ben ÜDS sınavına girmek için bu sefer İstanbul’u tercih ettim. Bu sınavı bilenler bilir. Akademik camianın başına bela olmuş sınavlardan biridir. Üniversite yabancı dil sınavı olan bu ÜDS sınavının şimdilerde adı YÖKDİL oldu ve yoluna da devam ediyor. Bu sınavdan geçer bir not almadan doktora eğitiminize devam edemiyorsunuz ya da ileride akademik bir kadroya atanmada sorun yaşamanız kaçınılmaz oluyor. El mahkûm herkes akademik hayatlarının bir döneminde bu sınavla yatıp bu sınavla kalkmak durumunda kalmıştır.

2000’li yıllarda işte bu sınava İstanbul da dahil ancak 4 ilde girebiliyordunuz. Şimdiki gibi her ilde bu sınava girmek mümkün değildi. O nedenle hangi ilde sınava girecekseniz ya günü birlik gidip geleceksiniz ya da bir gün önceden gidip bir otelde konaklayacaksınız. İstanbul bize yani Sakarya’ya yakın olduğu için biz günü birlik sınava gidip gelebiliyorduk. Böyle olmasına rağmen pek çok arkadaşımız sınava belki de eski alışkanlığın bir devamı olarak Ankara’da girmeyi tercih ediyordu. Çünkü daha önceleri bu sınava sadece Ankara’da girilebiliyordu. Ancak ben bu sefer İstanbul’u tercih etmiştim. Niyetimde Üsküdarlı Mahmud Hüdâyi hazretlerine uğramak ve orada dua etmek vardı. Sınav çıkışı kendimce bir program da yapmıştım. Sultan Ahmed camiinde önce ikindi namazını kılacaktım ve oradan da Üsküdar’a geçip hazretin türbesine ziyarette bulunacaktım.

Sınava İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi amfisinde girdim. Çıkışta planladığım gibi Sultan Ahmed camisinde ikindi namazına yetiştim. Mevsim yaz ve aylardan da Temmuz idi. O gün hava çok sıcaktı ve aşırı güneşli bir gündü.

Abdest alıp kavurucu sıcağıyla insanı yakan iç avludan geçtikten sonra camiye girdiğinizde gözleriniz bir süre kör oluyor. Çünkü çok parlak güneşli bir ortamdan birden karanlık bir iç mekâna geçince gözleriniz hemen adapte olamıyor. Biraz durakladım ama sonra ortama gözlerim uyum sağlayınca ileriye doğru devam ettim. Caminin içi ikiye bölünmüştü. Ön taraf namaz kılmak isteyen cemaate arka taraf da turistlere ayrılmıştı. Ön taraf pencerelerden gelen ışık nedeniyle daha aydınlıktı. Bu iki bölmeyi ayıran bel hizasında bir de tahta bariyer mevcuttu. Hemen ön tarafa geçtim ve ikindi namazının sünnetini edaya koyuldum. Sünneti bitirince farzı beklemeye başladık. Tabii ki cami kalabalık bir cemaate sahne oluyordu ve ben farzı beklerken o insanların sünnet namazlarını eda edişlerine kendimi kaptırmışım. Hemen sağ tarafımda sekiz on metre ilerde iki gencin namaz kılışları dikkatimi çekti. Bu iki delikanlı belki 1.90 boylarında ve baştan ayağa siyah deri giysiler giyinmiş çok da görmeye alışık olmadığım tiplerdi. Saçları uzun ama toplu, gözlerinde siyah gözlükleri ile bana motorcu diye tabir edilen tipleri hatırlattılar. Filinta gibi delikanlı derler ya aynen öyle tiplerdi. Maşallah dedim gayr-ı ihtiyari ne güzel namaz kılıyorlardı.

Baştan ayağa siyah deri kıyafetleri çok dikkat çekiciydi ama asıl o namaz kılışları…!

Müslümanın heybetli olanını her zaman çok daha fazla sevmişimdir. Rabbim o heybetten her mümine nasip etsin.

Öyle güzel ve nizami bir şekilde namaz kılıyorlardı ki…

Sanki bir film sahnesinden çıkmış gibi görünen bu iki delikanlının namaz kılışlarını hayran hayran izlerken, dalgınlığımı müezzinin okuduğu kamet bozdu. Farz namazının başlayacağını ifade eden bu kamet ile cemaat hareketlendi. Cemaat ön tarafta oluşmaya başlayan saflara girmeye ve farza durmak için kendine yer bulmaya çalışıyordu. Ben de hemen yerimden kalktım ve bir safa iliştim. İliştim ama hala aklımda o iki delikanlı vardı.

Ne de güzel namaz kılıyorlardı…

Onları düşünerek dalgın dalgın safa girdiğim anda kamet bitip imamın tekbir aldığını duydum. O anda birden sol yanıma son anda cemaatten biri ilişti.

Bir kadın idi…!

Tekbir getirip el bağladığım için başımı sol tarafa doğru çevirip bakamıyordum. Acaba gerçekten benim sol yanıma bir kadın mı gelip namaza durmuştu?

Önce birden canım sıkıldı. Bazı modern tipler vardır bilirsiniz, protest kişilikleri gereği erkeklerle aynı safta namaza durmaya çalışıp ortalığı karıştırmak isterler.

Gelip de beni nereden buldun be kadın diye içimden geçirdim.

Elbisesini fark edebiliyordum. Renkli ve oldukça bol bir elbisesi vardı. Başımı çevirip bakamıyordum ama rükûa ilk gittiğimizde kolundaki bilezikler ile boynundaki kolyeler hep birlikte şakırdamaya başladı. İyice canım sıkıldı. Ayaklarında ojeleri vardı ve üstelik saçlarını da bağlamamıştı. Uzun saçlarının bir kısmını örmüş, uçlarına da boncuklar takmıştı. Parfüm kokusuna ise hiç girmek istemiyorum.

Kendi kendime o iki delikanlıya mana mı buldum ki bu kadın geldi de beni buldu diye düşünmeye başladım. Nihayetinde namaz bitti ve önce sağa ve sonra büyük bir merakla beklediğim sol tarafa selam verdik.  Sol tarafa selam verdiğimde gördüm ki kadın zannettiğim kişi Afrikalı bir erkekmiş. Geleneksel rengarenk kıyafetler içinde, kolunda ve boynunda kemikten yapılmış takıları ile bir erkek.

Tabi bir anda sersemliyorsunuz. Namaz boyunca kadın zannettiğiniz kişi bir erkek çıkıyor hem de Afrikalı.

Beni bağışlayın ancak sadece belgesellerde görmeye alıştığınız bir tipin hemen yanınızda namaz kılacağını nereden bilebilirsiniz ki?

Selamdan sonra cemaat yerlerinden kalkarak safları bozdu. Tesbihat aşamasına geçildi. Benim aklımda ise hala o az önce yaşadıklarım vardı. O iki delikanlı ve sonra kadın zannettiğim o Afrikalı..!

Tesbihat bitince hemen çıkışa yöneldim. Caminin içi de oldukça kalabalıktı. Ben ise kafası karışık bir halde iç avludan camiye girdiğimiz cümle kapısına doğru gitmeye çalışıyordum. Caminin içi karanlığa yakın bir loşluktaydı ve çıkışa baktığımda oradan giren ışık ile etraf daha da bir görünmez hale geliyordu. Gözümü girişten süzülen ışıklar alıyor ve o kalabalıkta kimseye çarpmadan ışığa doğru ilerlemeye çalışıyordum. Anlayacağınız istikametimi belirleyen şey çıkış kapısından süzülen güneş ışığıydı. Bir ara çıkışa yakın olduğum bir bölümde tam adımımı atacakken birden ayağımı basacağım yerden seslerin yükseldiğini fark ettim. Tabi o anda irkildim ve ayağım adeta havada asılı kaldı. Geri çekildim ve yerde büyük bir karaltının olduğunu fark ettim. Bu karaltıdan sesler ve homurdanmalar geliyordu. İyice görebilmek için yere doğru eğildim ve gözlerimi kısarak baktığımda ancak fark edebildim ki yerde Çinliler oturuyordu!

Çinliler…

Bir grup Çinli gelmiş oraya oturmuş ve tesbih çekiyorlardı. Başlarında takkeler ve örtüleri ile ve birbirleriyle sıkı sıkı, iç içe oturan o Çinlilerin Müslüman olduklarını anladım. İbadet ediyorlardı. Üzerlerine doğru hızla geldiğimi görünce ses çıkarmak zorunda kalmış olmalılar. Yakından bakınca bana gülümsemeleri ve gülümserlerken de iyice küçülüp kaybolan gözlerini sanırım hiç unutmayacağım. Üzerlerine basmadan yanlarından geçip camiden çıkmak ancak mümkün olabildi.

Camiden çıkmasına çıkmıştım ama aklım hala caminin içindeydi. Kafamdaki yaşadığım karmaşaya bu sefer Çinliler de eklenmişti.

Siyah deri kıyafetli o iki delikanlı, rengarenk giysili o Afrikalı ve arkasından da karşıma çıkan o Çinliler!

Allah allaa bugün ne tuhaf bir gün böyle!

Bu yaşadıklarım normal şeyler mi?

Bu düşüncelerle ve bulanık bir zihinle kalabalıkları yararak caminin dış avlusundan da ayrıldım ve Ayasofya istikametine yöneldim. Amacım Cağaloğlu yokuşundan aşağıya inmek ve Üsküdar’a geçebileceğim bir vapura binmekti. Ama bir yandan da hala yaşadıklarımın hiç de normal olmadığını düşünmeye devam ediyordum. Başım eğik bir vaziyette ve düşünceli düşünceli yürüyordum. Bu arada yürüyerek Hürrem Sultan hamamını geçtiğim esnada bir şey fark ettim. Bir süredir etrafımda birileri Fransızca konuşuyordu. Ama ne taraftan bu sesler geliyordu pek dikkat etme gereği duymamıştım. Ayasofya’ya yaklaştığımız bir esnada Fransızca konuşanların sesleri iyice yakınlaşınca gözlerimi netleştirip seslerin nereden geldiğini bulmak istedim. Etrafa daha bakınmadan onları gördüm. Çok aramama gerek kalmamıştı çünkü hemen önümden gidiyorlardı. Fransızca konuşup sohbet eden iki kişiydi. Gözlerimi netleştirdiğimde gördüm ki bu iki kişi camide gördüğüm o iki deri kıyafetli delikanlıydı.

Birbirleriyle koyu bir sohbete tutulmuş olan bu iki filinta gibi delikanlı da Fransız çıkmıştı.

Kafam allak bullak idi ama bu son gelişme ile tamamen allak bullak oldu.

Ancak o günkü programımız belli idi ve ben de programa uygun hareket etmeye devam ediyordum. Cağaloğlu yokuşundan önce Sirkeci İstasyonu’na oradan da Eminönü’ne geldim. Üsküdar vapuruna binip yola çıktığımızda saatler akşam altı gibiydi. Hava güneşli, boğazın mavi suları sakin ve göz alıcı idi. Keyifli bir yolculuk sonrası Üsküdar’a vasıl olduk. Evet şimdi sırada Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdâi’nin türbesinin nerede olduğunu bulmak vardı.

Vapurda nedendir bilemiyorum ama birilerine türbenin yerini sormak hiç içimden gelmedi. İnince bakarız bir çaresine diye düşünüp geçiştirdim. Vapurdaki diğer yolcularla birlikte vapuru terk edince aklıma şöyle uzaklara Üsküdar merkeze doğru bakınmak geldi. Baktım ki trafik ve kalabalık hep bir yöne doğru akıyor. Daha önce Üsküdar’a gelmediğim için nereye gideceğimi tam kestiremiyordum. İnsanların hep aynı yöne aktığını görünce en iyisi ben de bu istikamette yürümeye devam edeyim, ileride merkezi bir yerde birilerine sorarım diye içimden geçirdim. Bir zaman yürüdükten sonra gözüme kestirmiş olduğum o kalabalık caddeye gelmiştim. Şimdi sıra soracak birini bulmakta idi. Bir yol ağzına yaklaşırken aynı zamanda gelip geçenlere de bakınıyordum. Soracağım soruya cevap alabileceğim birini arıyordu gözlerim.

Gözüme uzun boylu bir amca ilişti. Başında beyaz sarık, sırtında yere kadar uzanan beyaz bir cüppe, beyaz sakalları göğsüne kadar uzamış ve masmavi gözleri ile bu amcaya o anda kilitlendim. Aramızda 15-20 metre vardı ve o da kendisine baktığımı fark edince bir şey soracağımı anlayarak birden bana doğru yöneldi. Daha ben ona bir şey diyemeden önümde bitmiş, sağ koluyla sırtımı kavramış ve buyur evlat diye bana seslenmişti bile… Önce biraz duraksadım sonra dudaklarımdan amca ben Aziz Mahmud Hüdâi… ancak diyebilmiştim ki amca birden derin bir ses ile salavat getirmeye başladı ve aynı anda sol kolunu kaldırarak hemen durmuş olduğumuz yol ağzından yukarıyı işaret ederek yolu gösterdi. Salavat bitince evlat bu yoldan yukarı …. Allah kabul etsin…. diyerek beni o yöne doğru biraz da sırtımdan iterek yönlendirdi.

Arkaya dönüp o amcaya bakmaya fırsat bulamadım çünkü birden kalabalıklar içinde kaybolup gitmişti bile. İşin ilginç tarafı soruyu sorduğum yer, tam da yoldan yukarı doğru çıkmaya başlamam gereken yermiş. Ne biraz ileri ve sonra sağdan yukarı dendi bana ne de biraz geride kaldı dendi. Tam yol ağzında o amca ile karşılaşmışız…

Evet o yol ağzından yukarıya doğru yürümeye başladım. Çok uzun bir yokuş değildi çıkacağım yokuş. En fazla 150 metrelik bir yokuştu ancak yokuşun yarısına geldiğimde bacaklarımda birden derman kalmadığını hissettim. Nefes nefese değildim ama bacaklarımda derman kalmamıştı. Buna bir anlam veremedim çünkü daha önce başıma bu durum hiç gelmemişti. Hani ihtiyarlar yol giderken olur ya şöyle biraz oturup dinleneyim derler. Evet ben de yahu dedim şöyle oturacak bir yer yok mu? Biraz dinleneyim yoka yokuşu çıkamayacağım. Eski bir konağın önündeki kaldırıma oturdum. Oturdum ama offf ne yorulmuşum böyle yaaa mübarek diye içimden de geçmedi değil. Bu halimi garipsedim. Biraz dinlendikten sonra yokuşu tırmanmaya devam ettim. Yokuşun sonunda karşıma bir duvar çıktı. Başımı sola çevirdiğimde tekkenin dış bahçe kapısını gördüm. Meğer o duvar tekkenin duvarıymış. Sonunda türbenin de içinde bulunduğu tekkeye ulaşmıştım ama hala bacaklarımda derman yoktu. O hal ile yürüyerek tekkenin kapısına geldim. İçeri girmeden önce sağ elimle kapının mermerine yaslanarak biraz daha dinlenmek istedim. Yine birden bacaklarımda derman kalmamıştı. Bu sefer canım da sıkılmıştı çünkü bu dermansızlık şimdi birden nereden çıkmıştı ki?

Duvara elimi koyup başımı da eğdiğim bir esnada birden aklıma Üftâde Hazretleri’nin “Yokluk Kapısı” sözü geldi. Başımı kaldırıp birden elimi yasladığım kapıya gözlerimi diktim. Acaba dermansızlığımın nedeni bu kapı mıydı?

Aziz Mahmud Hüdâi, menakıpnamede anlatıldığına göre daha sonra hocası olacak olan Üftâde Hazetleri’nin kapısına ilk vardığında öyle demiş Üftâde Hazretleri. “Oğlum bu kapı yokluk kapısıdır” demiş.

Aziz Mahmud Hüdâi o dönemde Bursa kadısıdır. Adı da Kadı Mahmud Efendi’dir. Tekke, tasavvuf ve dervişliğe de hem yabancı hem de karşı bir kimsedir anladığımız kadarıyla.  Kadı Mahmud Efendi, Bursa kadılığı esnasında menakıpnamede anlatıldığına göre bazı hadiseler nedeniyle Üftâde Hazretleri’nin tekkesine gidip onunla tanışmak ihtiyacı hisseder. Hikâyeyi burada kısaca zikretmek gerekirse bir gün Kadı Mahmud Efendi o güne kadar hiç rastlamadığı türden bir dava ile karşılaşır. İki gözü yaşlı bir kadın, kocasından şikâyetçidir. Kadının şikâyeti kocasının yalancı olmasıdır. Anlattığına göre kocası her sene hacca gitmek için niyet edermiş ancak fakirlikten dolayı gidemezmiş. Bu sene gidemezsem seni boşayacağım diye de eşine yemin etmiş. Ancak bu sene de gidememiş. Buna rağmen Kurban Bayramı’na doğru 5 gün ortalıktan kaybolmuş. Beş gün sonra da ortaya çıkıp ben hacca gidip geldim demeye başlamış. Kadın da artık senin yalanlarından usandım diyerek Kadı Mahmud Efendi’ye müracaat edip boşanmak istemektedir.

Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikâyetin aslının olup olmadığını anlamak için kadının kocasını çağırtır. Eşinin söylediklerinin doğru olup olmadığını sorar. Adam doğrudur der. Hacca gerçekten gidip geldiğini Kadı Mahmûd Efendi’ye de söyler. Hatta hacda bazı Bursalı tanıdıklarla da karşılaştığını ve getirmeleri için bazı hediyelerini de onlara emanet ettiğini ilave eder.

Kadı Mahmûd Efendi bu hikâyeye inanmadığı için bu nasıl olur efendi diye sorar. Adamcağız da kendisini Eskici Mehmed Dede diye birinin olduğunu ve onun hacca götürüp getirdiğini söyler. Elimi tuttu bir anda Kabe’de idik, hac vazifemizi yaptık sonra aynı şekilde döndük der. Kadı Mahmûd Efendi bunun mümkün olmadığını söyleyerek adama inanmaz. Adamın ısrarı üzerine dönecek olan hac kafilesini beklemeye karar verir. Bursalı hacılar döndüğünde bu adamı Kabe’de gördünüz mü diye sorar. Evet cevabını alır. Hatta hediyelikleri de Kadı Mahmûd Efendi’nin önüne koyarlar. Kadı Mahmûd Efendi buna anlam veremez ama davayı da iptal etmek zorunda kalır.

Zihni karmakarışık olmuştur. Eskici Mehmed Dede’yi bulmaya karar verir. Kendisini bulur ve ona da bunun nasıl mümkün olduğunu sorar. Eskici Mehmed Dede ise bu sualin cevabı Üftâde Hazretleri’ndedir diyerek onu geri çevirir. Kadı Mahmûd Efendi kararlıdır gidip Üftâde Hazretleri’ni bulacaktır. Atına atlar ve onun tekkesinin bulunduğu yere doğru at sürer. Fakat tekkeye yaklaştığı bir esnada atının ayakları çamura saplanır. Atının saplandığı çamur sadece dizlerine kadar gelmektedir ancak at yine de o çamurdan bir türlü çıkamaz. Kadı Mahmûd Efendi bu işe de bir anlam veremez ve mecbur atından inerek tekkeye doğru yürüyerek yola devam eder. Sırtında şaşalı kadı kaftanı ama bacaklarında derman kalmamış bir halde tekkenin kapısına dayanır. İçeri girdiğinde bir ihtiyarın bahçe ile uğraştığını görür.

İhtiyar… diye seslenir. Üftâde denen kişiyle görüşmek istediğini söyler.

Buyur evladım benim deyince kadı efendi biraz mahcup olur. Tekkeye gidip gelmek istediğini Üftâde Hazretleri’ne iletir. Üftâde Hazretleri ise evladım bu kapı yokluk kapısıdır. Sen ise bütün dünyalıklarını giyinmiş gelmişsin. Senden bize talebe olmaz.  Bak atın bile gelmek istemedi der.

Evet bindiği atı bile bu kapıya gelmek istememiştir…

Çünkü bu kapı gerçekten yokluk kapısıdır.

Nefsani arzuların terk edildiği, nefsin ve gönlün zikir, dua ve riyazetle terbiyeye tabi tutulduğu bir kapıdır bu kapı.

Nefsin ölmeden önce ölüm korkusunu tattığı bir kapıdır bu kapı.

Ebu Nahşebî, hiçbir şey bu kapıyı bulandırmaz fakat her şey, onunla durulur der.

Ebu Haddad ise bu kapı edebin kapısıdır. Edebi yitiren, yaklaşmak istese de uzaklaşır. Kabul edilmeyi dilese de reddedilir demektedir.

Cüneyd-i Bağdadi de varlığından öldüğün, Allah ile dirildiğin kapıdır bu kapı demektedir.

O yüzden der ya Yunus “Zehirle pişmiş aşı yemeye kim yanaşır!”

Yaşımızın genç olmasına rağmen yaşamış olduğumuz dermansızlığın nedeni bu olsa gerek dedim içimden. Demek ki biz değil de nefsimizin dermanı kesilmiş. Nefsimiz bu kapıyı bizden iyi bilirmiş ve o nedenle gelmek istemezmiş. Daha kapıya gelmeden nefis çekilmeye başlamış, gönül de imar olmaya ama bizim haberimiz olmamış. Sabahtan bu yana yaşadıklarım birden aklıma gelmeye başladı ve ben o esnada yokluk kapısından geçmiş içeri girmiştim. Hemen sağ tarafta bir mermer üzerindeki kitabe dikkatimi çekti. Okumaya başladım. Kitabede Aziz Mahmud Hüdâi’nin bir duası yazılıydı. Dua şöyleydi.

“Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler. İmanlarını kurtarmadıkça ölmesinler. Öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..”

Ey Aziz Mahmud Hüdâi demek ki erlerin tasarrufu böyle oluyormuş. Biz daha bir ay önce sana gelmeye niyet ettiğimizde sen bizi kendinden kabul etmişsin. Sabahtan bu yana da gönlümüzü imara tabi tutmuşsun da haberimiz olmamış.

Bu kitabeyi okuyunca yaşadığımız sürprizlerin de son bulduğunu düşündük. Demek ki her şey bunun içinmiş dedik ve gönlümüzde bir huzur ve biraz da tedirginlik ile dış bahçedeki merdivenleri çıkmaya başladık. Sağ tarafımızda eski Osmanlı mezar taşları sol tarafımızda da türbe binası ve ilerisinde camisi vardı. Yürüyerek türbeye doğru yaklaştık. Artık içeriye girme vakti gelmişti.

Selam verip içeri vasıl olduk. Oldukça büyük bir sanduka bizi karşıladı. Niyetim Aziz Mahmud Hüdâi’nin sandukasının başında bir Fatiha okumaktı. Sandukanın baş tarafına geçmek istedim. Fakat içerisi biraz kalabalıktı. O kısma zor da olsa geçebildim ve ellerimi açtım. Tam besmele çekip Fatiha’ya başlayacaktım ki hemen yanımda genç bir bayanın olduğunu fark ettim.

Aman Allah’ım…

Daha önce orada mıydı bilemiyorum ama öyle ağlayarak ve iç çekerek dua ediyordu ki…

Türbenin kubbesinde onun titreyen nefesinin yankılarını duyabiliyordum. İçerisi onun inlemesinden adeta yıkılıyor gibiydi.

Kendimi kaybettim.

Ellerim öylece açık kaldı.

Bir anda ne olduğunu anlayamadım.

Ben ne için buraya gelmiştim, ne oluyor diye kafamı toplamaya çalışıyordum.

Benim birden dağılmama neden olan şeylerden birisi ise bu bayanın oldukça açık bir kıyafetle orada bulunuyor olmasıydı. Askılı giyinmişti. Üst tarafı çıplak gibiydi. Tırnakları ojeli ve ancak öyle ağlayarak ve iç çekerek dua ediyordu ki…

Dudakları titriyor, elleri titriyor, boğazı düğümleniyordu. Onun o hali beni mahvetmeye yetiyordu. Konsantre olmaya çalışıyordum ama on ya da on beş keredir denememe rağmen besmele çekip devamını getiremiyordum.

Fatiha’yı unuttuğumu fark ettim.

Her defasında başa dönüyordum çünkü onun o insanı mahveden sesi ve duası bana imkân tanımıyordu. Hemen oradan uzaklaşmak geldi aklıma. Evet mümkün değildi, orada durdukça duaya başlayamayacaktım. Sandukanın karşısına geçtim ve onu görmemeye çalışıyordum. Gözlerimi kapatıp, kulaklarımı da tıkamaya çalıştım. Odaklandım ve besmeleden sonra Fatiha’yı okumak ancak nasip oldu.

Hala da düşünürüm acaba o gün Fatiha’yı doğru okuyabilmiş miydim?

Çünkü hiç emin değilim…

Fatiha’yı bitirir bitirmez oradan çıktım. Türbeden dışarı kendimi zor attım. Aslında uzun uzun orada durmak istiyordum ama içeriye girmeye artık cesaretim kalmamıştı. Türbenin ağzında sadece içeriye bakar halde kala kaldım.

Kimdi o genç kadın?

Bu nasıl dua etmekti?

Ama giydiği o kıyafet???

Fakat benim yetişmemin mümkün olmayacağına inandığım o samimi hali, duası ve yakarışı…

Ah Allah’ım ahhh…

Senin kullarını çok mu eleştiriyordum ki bugün bana kullarının her birinden bir örnek gösterdin. Ve bana sakın kullarımı dış görünüşlerine bakarak yargılama mı demek istedin?

Evet muhtemelen bunu dedin. Aslında çok yaptığım bir şey değildir insanları dış görünüşleri ile yargılamak ama demek ki bizim alacağımız ders de bu imiş.

Günün sonunda bunu anlamış olduk.

Dersler de yolda öğreniliyor edep de…

Demek ki bu yolu; arifler ve erenler yolunu terk etmemek gerekiyormuş.

Ölmüş olsalar da bu zatlara uzak gitmemek gerekiyormuş.

Ne mutlu sağ olanına rastlayanlara…

Aziz Mahmud Hüdâi’yi vesile kılan Allah’ıma şükürler olsun ve bizi makbul kulları zümresine ilhak eylesin…

Doç. Dr. Serdar Uğurlu

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu