Eski Türkçede, Türkçe ve halk ağzında “anlar”, ol [o] zamirinin çoğul hâli olarak kullanılır. Fakat, her ne kadar çoğul olsa zamirin her zaman tekil “o” zamirine dönük bir tarafı vardır. Hiç şüphesiz bu da “ol” [Kün!] emriyle tüm mahlûkâtın mazhariyetini apaçık bir şekilde mümkün merâtip kılan O’nun (C.C.) küllî iradesinin bir tecellisidir. Bu tecelliyâttan mahrum olanlarsa maalesef hakikatı sadece lisânlarının sınırları dâhilinde ararlar! Dolayısıyla “onlar” da bu şekilde mazhariyetin bir başka tecellisine vesile teşkil ederler. Bu yüzden onlar, kesrete de nisbet teşkil ederler.
Onlar, nisbeten hayvanlar âleminde daha müsbet bir karaktere haizdirler. Onlar akıldan yoksun oldukları içün bu karakter onlara Cenab-ı Hak tarafından doğuştan verilidir. Yani, içgüdüleri sayesinde insan haricindeki tüm canlılar ilâhî emre kayıtsızca bîat halindedirler. Nitekim bu hakikatın farkında olan Erzurumlu Emrah da bir şiirinde “Bir bölük sunalar indiler bâğa / Anlar sâyesinde bâğa nur yağa” diyerek bize açıkça bu hakikatı hatırlatır. Burda onlar (sunalar) insanlar için teşbihe bir temsil kılınsa bile bu teşbih, onların sözkonusu hakikatına kesinlikle bir halel getirmez. Hatta teşbihe dönük bu temsil hakikatının da sözkonusu hakikattan doğduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
Onların hakikatına insan cephesinden baktığımızda ise elbette durumun mahiyeti tamamen değişir. Burada doğrudan akıl devreye girdiği için bazıları bu hakikata vâsıl olmak içün çalışıp çabalarken bazıları da tamamen bir aymazlık hali yaşarlar. Fakat bu ikisi arasında bir grup daha vardır ki riyâ perdesi arkasında hakikat ile aymazlık arasında sürekli gidip gelirler. “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” töresözünde de görüldüğü üzere onlar binlerce yıldır çoğunluğu teşkil eden bir temsiliyet gücüne de sahiptirler. Bu yüzden Ziyâ Paşa’mız da onların varlığından ve dahi çokluğundan şöyle şikâyet eder:
“Anlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde”
Ziyâ Paşa da tıpkı yukarıdaki töresöze benzer bir şekilde dünyaya laf ile nizam vermeye çalışanların hanelerindeki bin türlü ihmalkârlıkla mâlûl olmalarından şikâyetçidir. Her ne kadar “laf değil mi canım aldırma gel geç” diyenler olsa da onlar bizim içün oldukça geçerli bir gerçekliğe de dönüşmüştür gayrı. Sen, ben ve bizim oğlan denkleminin hâlâ etkili olduğu ülkemizde belki onlar diğerleri kadar kendilerine rahmet okutmasa da çoğu zaman onların da bu denklemden mütevellid olmasıysa asıl haline rahmet okunması gerekenlerin bizler olduğunu açıkça ortaya koyar. Ne diyelim! Rabbimiz bizi rıfk ile rahmet okunanlardan eylesin! Efendim ey meded!
Ârifî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
onlar bunlar şunlar derdi
hakikatı yere serdi
Ârifî’yem Hak onlara
daima verdikçe verdi…
Erhan ÇAPRAZ