Doç. Dr. Erhan Çapraz

Gideriz ey dil-i rızâ-meslek…

Biz rızâyı kendisine şiar edinmiş bir milletiz. Amma neyin rızasını? Elbette, Hakk’ın rızasını…

Ol sebepten rızâ, beşerin kabule dönük en yüce mertebesini teşkil eder. Hatta Şinâsî’nin dediği üzere rızâ-yı kabâhat dahi ayn-ı kabahattır! Bu böyle biline…

Rızâyı hakikat alanı dairesinde beşeriyet için en kıymetli kılansa hiç şüphesiz din ve tasavvuftur. Din ve tasavvufta ise doğrudan kulluğumuza bağlı olarak bunun iki veçhesi mevcuttur. İlki ve esasında en kıymetlisi, Cenab-ı Allah’ın kulun hâli ve yaptıkları karşısında duyduğu hoşnutluktur. Bu yüzden biz kullara düşen asıl vazife Süleyman Çelebi hazretleri dilince, “Cehd edip anın rızâsın kıl talep”ten geçer. Kuşeyrî Risâlesi’nde belirtildiği üzere, bu sayede “Hak Taâlâ buyurur: Evim (olan cennet)e rızam sâyesinde girdiniz. Ben size ikramda bulunacağım, şimdi bunun zamânıdır.” Ken’an Rifâî hazretlerinin dile getirdiği üzere, “Allah rızâsı için mü’min kardeşine hizmet eden kimse Allah’ın himâyesindedir.” Herhalde bu hâl, rızâ makamının Cenab-ı Hakk’ın katındaki ehemmiyetinin yüceliği hususunda bizde ufacık bir şüphe dahi bırakmaz.

Rızânın ikinci veçhesi ise kulun Allah’tan gelen her şeyi îtiraz etmeden, sızlanmadan karşılaması, kabul etmesi durumudur. Yine Kuşeyrî Risâlesi’nde bu durumun şartı da çok güzel izah edilmiştir: “Allah Taâlâ’dan râzı olan O’nun takdîrine îtiraz etmeyendir.” Kul, ancak bu sayede rızâ mertebesinde bulunduğunu bilir. Bu mertebe ise kul için çok meşakkatlidir. Pir Sultan Abdal’ın nefes verdiği gibi bu öylesine bir lokmadır ki her âşık yiyebilemez:

“Güzel âşık cevrimizi

çekemezsin demedim mi

Bu bir rızâ lokmasıdır

yiyemezsin demedim mi

Dolayısıyla rızâ hâli, öyle bir hâldir ki insanın hukukta, irâde, muvâfakat, izin ve icâzetini bile külliyen kapsar. Beşer, bu hâl üzere rıza verir; rızâ gösterir. Bunun için de rızâsı olmak ve rızâsını almak gerektir. Bu yüzden kulun öncelikle rızâ kapısından girmesi şarttır! Çünkü iş Fuzûlî’mizin dediği gibi, rızâcû, yani Hakk’ın rızâsını aramakla başlar. Zira tüm cihan O’nun (C.C.) feyz ü keremiyle ağzına kadar dolup taşmıştır:

Ey cümle cihan sana rızâ-cû

Senin feyz ü kereminle memlû

Bu yolda kula düşen en aslî vazife ise rızâdâde, yani rızâ verip râzı olmaktır. Esrar Dede’mizin dediği üzere ancak bu sayede yâr ile yâr olmak mümkündür:

“Ey dil bırak telâşı rızâ-dâde ol heman

N’eylerse âşıka yine âlemde yâr eder

Bir de toplumumuzda rızânen takdir eden, her şeyi boyun eğerek, kendi rızâsı ile kabul eden; hatta rızâyı meslek edinen rızâmeslek tabiatli insanlar mevcuttur. Öyle ki bu yolculuk Muallim Nâci’nin dile getirdiği gibi adem diyârında yokluk çölünde serap görmeye kadar gider:

Gideriz ey dil-i rızâ-meslek

Bu gidişle adem diyarına dek

O hâlde kula düşen en temel vazife nedir?

Hiç şüphesiz, hangi iş yapılırsa yapılsın yapılan işte sadece ama sadece rızâenlillâhın, yani Cenab-ı Allah’ın rızâsından başka bir karşılığın beklenmemesi, sırf Allah hoşnutluğunun hesaba katılmasıdır.

Gerisi ise elbette Cenab-ı Hakk’ın taksim ve takdirine kalmıştır!

O hâlde bir defa daha aşkla:

Gideriz ey dil-i rızâ-meslek

Bu gidişle adem diyarına dek

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu