Doç. Dr. Erhan Çapraz

Hemşerim memleket nere?

Maalesef dûçar olduğumuz hastalıkların en başında gelenlerinden biri de hemşericiliktir. Elbette milli etçiliğin bir parçası olan bu hastalığın da Töreli cihetten halledilmesi elzemdir.

Lisanımızda “hemşeri” veya “hemşehrî” şekillerinde kullanılan kelime (ﻫﻤﺸﻬﺮﻯ) i. Farsça hem- eki, şehr ve nispet eki ‘nin kaynaşmasından müteşekkildir. Kubbealtı Lugatı’nda kelimenin ilk anlamı ise elbette bu kaynaşmaya bağlı olan Aynı şehir ve memleketten olan kişilerden her biri”dir. Kelimenin Töreli cihetten gerçek mânâsını ise aslında ilk mânâsını teşkil etmesi gereken ikinci mânası, yani “Hitap sözü olarak kullanıl”ması verir. Yani aynı din, aynı bayrak etrafında bir araya gelebildiğimiz herkes bizim hemşerimizdir. Yoksa, “Hemşerim olsun, taştan olsun” mantığı bizi sadece taşlaştırır!

Biriyle tanıştıktan sonra, onun nereli olduğunu sormak bizde âdettendir. Fakat onunla hemşeri olduğunu anladıktan sonra kişinin onu kayırmaya başlaması bugün artık “nepotizm” (akraba kayırmacılığı) ve “patriotizm” (hemşehricilik) adıyla sabit hastalıklara da dönüşmüş bir vaziyet arz eder.

O halde çözüm nedir?

Her konuda rehberimiz olan Hz. Peygamber’dir (s.a.s.). Bakınız bize veda hutbesinde ne buyuruyor:

“Ashabım! Dikkat ediniz; cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”

Hal böyle iken hemşericilik de ne ola ki?

O halde öncelikle şuna bir karar vermek gerekiyor: Haklıdan mı yana olacağız, yoksa hemşerimizden yana mı?

Bakınız bu hususta Hz. Ebu Bekir (r.a) Efendimiz, devlet başkanlığına seçildikten sonra verdiği ilk hutbede bize ne telkin ediyor:

“Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza halife seçildim. Ancak Kur’ân nazil olmuş, Hz. Peygamber (s.a.s) dinin hükümlerini açıklamıştır. Sizin en zayıfınız, hakkı alınıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir.

Ey insanlar! Ben ancak Hz. Peygamber (s.a.s)’in yoluna uyarım. Kendiliğimden bir şey icad edici değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardımcı olun. Eğer sırat-ı müstakimden kayarsam beni düzeltiniz. Ben bu sözümü söyler, hem kendim için hem de sizler için Allâh’ın affını taleb ederim.”

Elbette bu bağlamda “adalet” ve “düşünce hürriyeti”, en kıymetli kıstas ve şiarımızdır. Fakat aksi takdirde en büyük zararı “şûrâ” görür.

Asla unutmayalım: Hepimiz Hz. Âdem’in (r.a) çocuklarıyız.

Bugün yukarıda sözünü ettiğimiz lugatta her ne kadar “eskimiştir” denilerek en sonlara da atılsa biz millet-i İslâmiyye’den, millet-i Halîl’den ve dahi millet-i beyzâdanız!

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu