Kut, Eski Türkçe’den beridir kullanılan kadim bir mefhûmdur. Zira İbrâhim Kafesoğlu hocamızın bildirdiğine göre, Çin târihlerinde tesâdüf edilen en eski Türkçe sözlerden biridir. Dolayısıyla kut’un mazi ile müstakbel arasında bir köprü olduğu rahatlıkla kabûl edilebilir.
Kut’un medlûlü ise kâinatta hakikata açılan her şeydir. Bu yüzden de kut’un mefhûmu lisanda bile, elbette sadece O’nun (C.C.) lütf u ihsânına bağlı “Uğur, baht, tâlih” ile ilişkilendirilmektedir. Dîvânu Lûgâti’t-Türk’te aktarılan “Um (misâfir) gelse kut gelir” töresözümüzde de görüleceği üzere dünyâya misâfir olarak gelen her mevcûdâtda bunu görebilmek mümkündür.
Kıymetlimiz Sait Başer’imizin belirttiği üzere “Kut, varlığa ve insana mâhiyetini kazandıran Tanrı tecellîsinin zuhûra çıkmasıdır; kut doğrudan doğruya Tanrı vergisidir, Tanrı’dandır.” Yâni, kadîmden bugüne ilâhî feyiz, ilâhî tecellî ve ilâhî lutfu içkin esâs kıymetdir. Bizi ontolojik bakımdan otomatik olarak doğrudan doğruya aşkın kudrete (=Cenâb-ı Allâh) bağlar. Dolayısıyla bu aşkın kudretin belirlediği hakikat alanı dairesi dâhilinde de muhtelif örf ve âdetlerle bağlandığımız, idrâk kâbiliyeti bakımından en güçlüsünü de edebiyâtın teşkil ettiği töreli gelenekler meydâna gelir. Bu bağlamda töreli bir âlemin neşv ü nemâsı kaçınılmazdır.
Kut’un aslî mâhiyetine dönük en temel niteliği ise tüm mevcûdâta “mutluluk” ve “saâdet” bahş etmesidir. Kul Mes’ud Töreli edebî gelenekte bunu çok güzel ifade eder:
“Bezedi şol ağaçları çiçekleri dahi otu
Havası hoş yeri yumşak firâvan ni’met anda çok
Müyesser eylemiş ol Hak bulara dirliği kutu”
Yâni kut, aslında tüm mahlûkâta müyesserdir. Çünkü “Rezzâk” olan Allâh (C.C.) her şeye mukadderdir. Bize düşen ise elbette kadere de rızâ göstererek sırât-ı müstakîm üzere rızkımızın peşinden koşturmaktır. Aksi takdirde kut’un feyzinden nasipdâr olmak bizler için tehlikeye düşebilir Allahuâlem. Bu bağlamda, Süleyman Çelebi Efendi’nin “Kim anın buyruğu-durur câna kūt” şeklinde dile getirdiği üzere kut, doğrudan doğruya O’nun (C.C.) buyruğudur.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin belirttiği üzere O’nun (C.C.) mahabbetine vâsıl olmak ise sadece bu kut ile mümkündür:
“Erip zât-ı ahaddan kūt u kuvvet
Habîbin hürmetine ver mahabbet”
Efendim, lisan ve kültürümüzde bir de oldukça dikkât çekici “Kūt lâ-yemut” mefhûm ve kabûlü mevcûtdur ki bu ise “Çok az, ancak ölmeyecek kadar yemek ve içmek” mânâsını hâizdir. Yâni bu âlemde kut içre hayatımızın sırrı “kūt lâ-yemut”da gizlenmiştir. Bu anlayışa göre aslolan ve bize düşen kūt lâ-yemut taayyüşe râzî olmaktır. Elbette bu bizim için bir maddî darlık sûreti değil; bize manevî bakımdan sadece ve sadece bir inşirâh vesilesidir.
Unutmayalım ki bu âlem O’nun (C.C.) kut’u üzere dönüyor. O hâlde biz de göçüp gitmeden kut alalım bu dünyâdan cânım efendim…!