Her ne hikmetse tıpkı akademik araştırmalarda olduğu gibi sözlüklerde de kelimelerin karşılık geldiği mefhumların hakîkî mânâsı hep sonraya bırakılır. Benim iki gözümün çiçeği Kubbealtı Lugatı’nda da maalesef durum aynıdır. Hâlbuki mârifet, mânâya bakıştadır.
Gelin isterseniz Lugat’ımdan hareketle mârifetin mânâsına hep birlikte daha yakından bakalım.
Arapça ‘irfān’, yani “bilmek”ten gelen “ma‘rifet”in sözlükteki ilk mânâsı, “İş yapma husûsundaki ustalık, beceriklilik, hüner, mahâret” demektir. Kelimenin doğrudan bu mânâsına bağlı kazandığı mecâzî mânâsı ise “Bir kimsenin uygun olmayan, hoşa gitmeyen, garip karşılanan hal ve davranışı, tuhaflık” demektir. Kelimenin ikinci temel mânâsı akılla kazanılan “bilgi, ilim”, nisbeten hakîkî mânâya daha yakındır. Zira Rûhî-i Bağdâdî’nin dediği üzere mârifet olmayınca kişinin başı göğe erse de yine câhildir:
“Ma’rifet olmayıcak bir kişide ey Rûhî
Câhilin başı göğe erse yine câhildir”
Yine Bâkî’mizin şu beyti de şiirin sınırları dâhilinde mârifetin hakîkatını dile getirmektedir:
“Bâkî nihâl-i ma’rifetin meyve-i teri
Ârif katında bir gazel-i âb-dârdır”
Dolayısıyla mârifetin hakîkî mânâsı, “Varlıkların hakîkatini ve ilâhî sırları tefekkür, keşif ve ilham yoluyle kavrama, gerçeği bilme, irfan” demektir. Töreli’nin büyük şâiri Mehmet Âkif’in dile getirdiği üzere bu mânâya erişmek ise çok zordur:
“Maksûd bu hilkatten eğer ma’rifetinse
Varmış mı o müthiş görünen gāyete kimse”
Bu bağlamda mârifet, “Allah’a erişme yolundaki dört makamdan (şerîat, tarîkat, hakîkat, mârifet)” biridir ve “ancak Allah’ın ‘ehassü hâssi’l-havâs’ denen has kullarının eriştiği dördüncü makam”dır. “Bu, kulun Hak’la aynîleştiği, Hak’la Hak olduğu makamdır.” Yûnus’umuz ise bu şuuru şöyle şiirleştirmiştir:
“Şerîat, tarîkat yoldur varana
Hakîkat, marîfet andan içerü”
Dolayısıyla mârifet hakîkatta bize tüm mevcûdâtın bilgi nazariyesini (epistemoloji) verir. Yâni mârifetten sadece murâd, “mârifetullah”tır; Allâh’ı (C.C.) bilmek ve tanımaktır. Bizim Töreli Türk Edebiyâtı’nda sıklıkla dile getirdiğimiz üzere bunun dili ise Rûhî-i Bağdâdî’nin dile getirdiği üzere aslında “şiir”dir:
“Sözlerin gevher olursa n’ola kim olmuştur
Ma’den-i ma’rifetullah dil-i muhteremin”
Neyse, bu meselenin edebî tarafı… Fakat hakikatta da kavramı önce mârifetullahdan başlatıp hüner ve mahârete indirgemek gerekir. Yoksa hakikatın alanına mugayyir hareket edersiniz ki bu durumda ele aldığınız herhangi bir meselenin asıl hakîkatını kaçırırsınız. Bizden demesi… Zâten akademide de zât-ı muhteremler meseleyi getiriyor getiriyor tam hakîkata geldiklerinde kesiveriyorlar. Ya da “efendim bunun bir hakîkat (tasavvufî) ciheti de vardır” diyerek bunu sadece bir paragrafla anlatıp geçiveriyorlar. Peki, bu durumda neyi kaybediyorlar? Elbette hakikatı… Bu yüzden töresöz ne buyuruyor:
“Mârifet, mânâya bakıştadır.”
O hâlde sözümüzü rahmetli Abdürrahim Karakoç üstâdımın şu dörtlüğü ile hitâma erdirmenin vaktı gelmiştir gayrı:
“Hayat kilim, çile nakış
Dokuyoruz iniş, yokuş
Marifet mânâya bakış
Görene canımız kurban”
Efendim, her zaman mârifetle kalasınız, amma töreli, yani hakîkî bakmak niyazıyla…