Nevruz, hepimizin mâlumu olduğu üzere bahar bayramıdır. Yaşadığımız yarım kürede güneş ışınlarının dik gelmeye başladığı 21 Mart, doğal olarak bu bayramın başlangıcı olarak kabul edilir. Bu aynı zamanda Mircea Eliade’nin “ebedî dönüş mitosu” adı verdiği âdemoğlunun Kıyamet’e dek sürecek olan hayat ve tabiat nizamının da ilâhî bir parçasıdır. Kısacası bu döngüye, “yeniden doğum/doğuş” adı da verebiliriz. Dolayısıyla tarih boyunca bizimle aynı yarımkürede yaşamış pekçok millet ve devlet, kendi tefekkürî ve tezekkürî hayat felsefesi dâhilinde bu güne yönelik bazı inanış ve uygulamalar geliştirmişlerdir. Hâlâ bugün de bunları tüm canlılığı ile yaşatmaya devam etmektedirler. Çünkü bu aynı zamanda Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena duygularımızın bir parçasıdır. Bundan ayrı bir din veya inanış türetmekse beyhude bir çabadır. Bakınız ünlü dinler tarihçisi Eliade bile Nevruz için ne diyor: “Dünyanın yaratılışı her yıl tekrarlanmaktadır. ‘Yaratılışa sebep olan Allah’dır” (Yûnus, 4) ve onu tekrarlar. Kozmogonik eylemin ebediyen tekrarlanışı her Yeni Yıl’ı bir çağın başlangıcına dönüştürerek ölülerin hayata dönmesini ve mü’minlerin dirilişe olan inançlarının sürmesini sağlamaktadır.” Yani ona göre Nevruz, aslında “vel bâ’sü ba’del mevt”tir.
Biraz önce, kutlamalar çerçevesinde “nevruz ateşi” yakıldı; bu kızgın ateşte eritilmeye çalışılan demir örs ve çekiçle yeni bir varlık olan kılıca haml edildi, yani ateşle birlikte yeniden bir doğuşa hayat verildi. Bu durum aslında âdemoğlunun topraktan yaratılışına dair hakikatından başka bir şey de değildir.
Mısırlı tarihçi Devadari’nin Türklerin ilk atalarının yaratılışıyla ilgili olarak kaydettiği efsaneye göre, ilk çağda yağmurdan hâsıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirmiş ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara dökmüştür. Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kalmış; güneş; su ve toprak döküntülerini kızdırmış, pişirmiş; dolayısıyla mezkûr mağara anne karnı vazifesi görmüştür. Su, toprak ve güneşin ateş unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgâr estikten sonra da bu dört anâsır birleşmiş ve dokuz ay sonra da bu yaratıktan insan şeklinde bir mahlûk yaratılmıştır.
Yine, diğer Türk efsaneleri Bozkurt ve Ergenekon’da da aynı telakkinin bir devamını görürüz. Bozkurt destanında, Göktürkler “Lin” adı verilen bir kavim tarafından kılıçtan geçirilmişler ve bu soykırımdan sadece ayakları ve kolları kesilmiş on yaşında bir çocuk kurtulmuştur. Bu çocuk bir kurt tarafından kurtarılmış ve çocuğun hâlâ yaşadığını duyan kavmin tekrar onu öldürmek üzere gelmesi üzerine de kurt kaçmış, bir dağa sığınmış ve bu dağdaki derin bir mağarada on tane çocuk doğurmuş, dolayısıyla Göktürkler’in kurucuları Aşina ailesi bu boydan türemişlerdir. Ergenekon destanında ise Göktürkler, bu derin vadide tam 400 yıl yaşamışlar; yine bu Kurt’un göstermiş olduğu yol sayesinde, fakat bu yol çok dar olduğu için bir demircinin bu dağı körük ve çekiciyle eritmesiyle uzun bir esaretten kurtulmuşlardır. Ve bugünü de bir bayram olarak kutlamışlardır. İşte bugün icra ettiğimiz ateş ve demir ritüeli sadece bunun bir hatırasını yaşatır.
Tabii burada asıl üzerinde durulması gereken en önemli husus, tıpkı ilk ataların yaratılış efsanesinde olduğu gibi “ateş”e verilen büyük ehemmiyettir. Zira en kadim dönemlerden beri ateşin bu zaman diliminde yaratıldığına inanılmaktadır. Bu da tamamen içinde bulunduğumuz kuzey yarımküreye güneş ışınlarının 21 Mart’a dik gelmeye başlaması ve toprağın ısınırak yeniden doğumlara gebelik yapmasıyla ilişkilidir. Dolayısıyla Nevruz’un elbette Allah’ın nizamının sınırları içerisinde tabiatta yaşanan doğal döngüye bağlı gelişen bir bayram olduğu kabul edilmelidir.
Nevruz’un esasında bizim “Töreli Türk Edebiyâtı” adını verdiğimiz hakikat alanı dâhilinde bir hakîkî döngüsü mevcuttur. Bu döngü, ayın, günlerin sabahların birbirini takip etmesi gibi tamamen ilâhî nizamın sınırları dâhilinde gerçekleşir. Bu döngü doğrudan, Kamer suresinin 49. âyetinde “ Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”; yine Zümer suresinin 5. âyetinde “Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azîzdir, ve çok bağışlayandır.” şeklinde bize buyrulan hakikatın da mazmûnunu taşır. Dolayısla Nevruz, bizde Rabbimizin “Dikkat et!” hitâbına bağlı gelişen tefekkür, tezekkür ve teşekkürden başka da bir mânâ taşımaz. Bu tefekkür, bahardaki her yeniden doğuşu da bizim için mübârek kılar.
Bu yüzden Âşık Didârî’nin Nevruziyyesinde dile getirdiği üzere Nevruz, lâ-mekân ilinden yani Cenab-ı Hakk’ın makamından bize gelen bir sada ve müminlerin kalbine bir safâdır.
Bu yüzden Nevruz, Dünyanın ve Hz. Âdem’in yaratıldığı, Âdem’le Havvâ validemizin Arafat’ta buluştuğu, Cenab-ı Allâh’ın insandan kendisinin rab olduğuna dair söz aldığı, Nuh Peygamber’in gemisinin Tufandan sonra karaya oturduğu, Yûnus Peygamber’in balığın karnından kurtulduğu, Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulup peygamberlik makamına eriştiği, Hz. İbrâhim’in putları yıktığı, Hz. Muhammed’e (s.a.s) peygamberlik verildiği, Hz. Ali’nin doğduğu, halife olduğu, Hz. Ali’nin Hz. Fatma ile evlendiği, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in doğduğu, Kerbelâ olayının gerçekleştiği gün olarak da düşünülür.
Herhâlde bugün Nevruz’un bahara bağlı yeniden doğum felsefesini de teşkil eden düşüncenin en saf hâlini her konudaki deyişlerinde olduğu gibi Yûnus Emre Hazretlerinin “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası” deyişiyle de özetleyebiliriz.
Biz de Yûnus’taki aynı iman ve anlayışla sözlerimizi noktalamak istiyor; bu Nevruz’un başta Filistin ve Doğu Türkistan olmak üzere mazlum tüm Müslüman âleminin yeniden dirilişine vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.