
“Lâmekân elinden bir sadâ geldi:
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Kalb-i mü’minâna bir safâ geldi:
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Vilâdet günüdür hak Murtazânın
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Na’ra-i Haydar tek açub dehânın
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Bu gün hurûc eder cümle mevcûdât,
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Bu demde açılır mü’mine mir’ât.
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Zîrûh gayr-i zîrûh baş keser Şâh’a
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
“Fescidû” emriyle ol yüzü mâh’a.
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Bunda handân olur kalb-i mükedder,
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!
Lâ’net et Yezîd’e Didârî kemter
Nevrūzunuz cânlar mubarek olsun!”
Okumuş olduğum bu şiir, aslında “Nevruz Erkânı”nda okunan bir nevruziyye olup 1870’de ölen aslen Kayserili bir Bektâşî saz şâiri Âşık Dîdârî’ye aittir.
Şiire iyice dikkat edilirse daha ilk dizesinde “Lâ-mekân elinden bir sadâ (yani ses) geldi” diyerek söze başlar. “Lâ-mekân”, “taayyün-i evvel”, “taayyün-i sânî”; “âlem-i ervâh”, “âlem-i misâl”, “âlem-i şahâdet” ve “âlem-i insân” şeklindeki tasavvufun varoluş mertebelerinden ilki “lâ-taayyün”, yani “ahadiyyet” mertebesi olup vücud bu mertebede sıfat ve vasıf bağından ve bütün kayıtlardan münezzehtir. Bu mertebe Allah Teala’nın künhü ve hakikatidir. Bunun üstünde bir mertebe yoktur. Bu mertebeye mutlak gayb, vücûd-i mahz, gaybların gaybı, zât-ı ilahiyye, kenz-i mahfi, zât-ı mutlak ve hazret-i amâiye gibi isimler de verilmiştir. Amâ,mutasavvıfların ahadiyyetmertebesini ifade etmek için kullandıkları bir terimdir. Hadis-i şerif’te Ebû Rezîn el-Ukaylî, “Allah alemi yaratmadan önce neredeydi?” diye sorduğunda Hz. Peygamber “Altında ve üstünde hava bulunmayan bir amâda idi” cevabını vermiştir.
Dolayısıyla şiirde belirtilen “lâ-mekân” ilinden gelen sadâ, O’nun sadâsıdır. Yani, kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde geçen “Kün fe yekûn” (‘Ol’ der, o da hemen oluverir.) sadâsıdır. Dolayısıyla nevruz bize, doğrudan bu emre bağlı olarak başlayan yaratılışın hakikatini verir. Nitekim Allah’ın yeryüzünü gece ile gündüzün eşit olduğu bugünde yarattığına inanılır. Şimdi Âşık Didârî’nin de şiirine ilkin neden “lâ-mekân” tabiriyle başladığı herhalde daha iyi anlaşılmıştır.
Bugünde mü’minlerin kalbine bir safâ gelir. Bu yüzden Ra’d suresinin 28. âyetinde Rabbimizin buyurduğu üzere, “kalpler ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur.” Huzur, nevruzdur.
Nevruz, Hz. Ali’nin doğum günüdür. Rivayet ederler ki Hz. Alî’nin anneleri (Fâtıma binti Esed) sancılanınca, Hz. peygamber kendisine: “Ka’beye git, tavâf et!” buyurmuş. O da oraya gitmiş, sancısı şiddetlenince eve dönecek hâli kalmadığından Kâ’be’nin içine girip orada eski takvîmle (Dokuz Mart) günü Hz. Alî’yi doğurmuş ve 12 Mart günü de kucağında çocuğu ile evine dönmüş. Bu nedenle, Bektâşî dergâhlarında, 9 Marttan başka 12 Martta da toplanılmış ve nevrûziyyeler okunmuştur.
Bununla birlikte, Türk’ün inanışında, “İlk insan Hz. Âdem’in yaratıldığı, Âdem’le Havvâ validemizin Arafat’ta buluştuğu, Cenab-ı Allâh’ın insandan kendisinin rab olduğuna dair söz aldığı, Nuh Peygamber’in gemisinin Tufandan sonra karaya oturduğu, Yûnus Peygamber’in balığın karnından kurtulduğu, Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulup peygamberlik makamına eriştiği, Hz. İbrâhim’in putları yıktığı, Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i yardığı, Hz. Muhammed’e (s.a.s) peygamberlik verildiği, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in doğduğu, Kerbelâ olayının gerçekleştiği gün olarak da düşünülür.
Yine, “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası” diyen Yûnus’un “her dem yeniden doğarız” dediği nevruzdur. Nevruz, her defasında yeniden bir doğuşun hakikatidir.Bugünde cümle mevcudat yaratılmıştır; huruç eder. Mü’mine misal âleminin aynası bugünde açılır. Canlı ve cansız her şey bugünde Cenab-ı Hakk’a baş keser. “Fescudû”, yani “Artık secdeye varın” (Necm, 62) emriyle bütün varlık ona bugünde secde eder. Kederli kalpler, bugünde handan olur. Lâ’net et Yezîd’e bugünde lânet edilir. Çünkü bugün bütün mevcudatın bayramıdır.
Nevruz, hepimizin mâlumu olduğu üzere bahar bayramıdır. Yaşadığımız yarım kürede güneş ışınlarının dik gelmeye başladığı 21 Mart, doğal olarak bu bayramın başlangıcı olarak kabul edilir. Bu aynı zamanda âdemoğlunun Kıyamet’e dek sürecek olan hayat ve tabiat nizamının da ilâhî bir parçasıdır. Kısacası bu döngüye, “yeniden doğum/doğuş” adı da verebiliriz. Dolayısıyla tarih boyunca bizimle aynı yarımkürede yaşamış pekçok millet ve devlet, kendi tefekkürî ve tezekkürî hayat felsefesi dâhilinde bu güne yönelik bazı inanış ve uygulamalar geliştirmişlerdir. Hâlâ bugün de bunları tüm canlılığı ile yaşatmaya devam etmektedirler. Çünkü bu aynı zamanda Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena duygularımızın bir parçasıdır. Bundan ayrı bir din veya inanış türetmekse beyhude bir çabadır. Bakınız ünlü dinler tarihçisi Eliade bile nevruz için ne diyor: “Dünyanın yaratılışı her yıl tekrarlanmaktadır. ‘Yaratılışa sebep olan Allah’dır” (Yûnus, 4) ve onu tekrarlar. Kozmogonik eylemin ebediyen tekrarlanışı her Yeni Yıl’ı bir çağın başlangıcına dönüştürerek ölülerin hayata dönmesini ve mü’minlerin dirilişe olan inançlarının sürmesini sağlamaktadır.” Yani ona göre nevruz, aslında “vel bâ’sü ba’del mevt”tir.
Bugünde yaşadığımız yarım küreye güneş ışınlarının dik gelmeye başlamasından dolayı, ateşe daha fazla ehemmiyet verilir. Zira en kadim dönemlerden beri ateşin bu zaman diliminde yaratıldığına inanılmaktadır. Esasında Rabbimiz bugünde ateşle birlikte yeniden bir doğuşa hayat verir. Bu durum aslında âdemoğlunun topraktan yaratılışına dair hakikatından başka bir şey de değildir. Dolayısıyla nevruzun sadece Allah’ın nizamının sınırları içerisinde tabiatta yaşanan doğal döngüye bağlı gelişen bir bayram olduğu kabul edilmelidir.
Mısırlı tarihçi Devadari’nin Türklerin ilk atalarının yaratılışıyla ilgili olarak kaydettiği efsaneye göre, ilk çağda yağmurdan hâsıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirmiş ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara dökmüştür. Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kalmış; güneş; su ve toprak döküntülerini kızdırmış, pişirmiş; dolayısıyla mezkûr mağara anne karnı vazifesi görmüştür. Su, toprak ve güneşin ateş unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgâr estikten sonra da bu dört anâsır birleşmiş ve dokuz ay sonra da bu yaratıktan insan şeklinde bir mahlûk yaratılmıştır.
Yine, diğer Türk efsaneleri Bozkurt ve Ergenekon’da da aynı telakkinin bir devamını görürüz. Bozkurt destanında, Göktürkler “Lin” adı verilen bir kavim tarafından kılıçtan geçirilmişler ve bu soykırımdan sadece ayakları ve kolları kesilmiş on yaşında bir çocuk kurtulmuştur. Bu çocuk bir kurt tarafından kurtarılmış ve çocuğun hâlâ yaşadığını duyan kavmin tekrar onu öldürmek üzere gelmesi üzerine de kurt kaçmış, bir dağa sığınmış ve bu dağdaki derin bir mağarada on tane çocuk doğurmuş, dolayısıyla Göktürkler’in kurucuları Aşina ailesi bu boydan türemişlerdir.
Ergenekon destanında ise Göktürkler, bu derin vadide tam 400 yıl yaşamışlar; yine bu Kurt’un göstermiş olduğu yol sayesinde, fakat bu yol çok dar olduğu için bir demircinin bu dağı körük ve çekiciyle eritmesiyle uzun bir esaretten kurtulmuşlardır. Ve bugünü de bir bayram olarak kutlamışlardır. İşte bugünde icra edilen kızgın ateşteki demire örste şekil verilmesi sadece bunun bir hatırasını yaşatır. Mağara, mağaranın bir anne karnına misal oluşu ve Türklerin bu mağaradan çıkarak hayat bulmaları, nevruziyyede de açıkça belirtildiği üzere, aslında ahadiyyet mertebesindeki Rabbimizin “Kün fe yekûn” emri ile başlattığı yaratmanın bir tecellisinden başka bir şey de değildir.
Nevruzun esasında bizim “Töreli Türk Edebiyâtı” adını verdiğimiz hakikat alanı dâhilinde bir hakîkî döngüsü de mevcuttur. Bu döngü, ayın, günlerin sabahların birbirini takip etmesi gibi tamamen ilâhî nizamın sınırları dâhilinde gerçekleşir. Bu döngü doğrudan, Kamer suresinin 49. âyetinde “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”; yine Zümer suresinin 5. âyetinde “Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azîzdir, ve çok bağışlayandır” şeklinde bize buyrulan hakikatın da mazmûnunu taşır. Dolayısıyla nevruz, bizde Rabbimizin “Dikkat et!” hitâbına bağlı gelişen tefekkür, tezekkür ve teşekkürden başka da bir mânâ taşımaz. Bu tefekkür, bahardaki her yeniden doğuşu da bizim için mübârek kılar. Bu yüzden Nizamülmülk’ün hazırlatıp Sultan Melikşah’a sunduğu takvimin ilk günüdür. Oniki hayvanlı Türk takviminde nevruz, yılbaşıdır.
Son olarak sözlerimi, bu nevruzun başta Filistin ve Doğu Türkistan olmak üzere mazlum tüm Müslüman âleminin yeniden dirilişine vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederek bitirmek istiyorum.