Bizde ölümü en güzel anlatan şiirler mevcuttur. Bunlardan ilki, çok özgün bir istiareye de yer veren Câhit Sıtkı Tarancı’ya aittir:
Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misâli o musallâ taşında
Ölüme bizim medeniyetimize ait renklerle duygular aşılayan ise hiç şüphesiz Töreli büyük şair Yahyâ Kemal’dir:
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir her rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter
Kur’ân’da açıkça ifade edildiği üzere “Ölüm Allah’ın emri”dir. Ölüm Allah’ın emri olduğu için de herkes ölecektir; ölümü de tevekkülle karşılamak gerektir.
Ölümün ne zaman geleceği ise elbette Rabbimizin takdirine bağlıdır. Dolayısıyla “ölüm, ben geliyorum demez.”:
Ben geliyorum demez ki ölüm
Kazâ belâ adım başınadır (Câhit S. Tarancı).
Töresözümüzün dediği üzere, “Ölüm döşeğinde yatan ecel teri döker.”
Bazı şeyler ise “ölüm kalım meselesi”dir. “Ölüm sessizliği” çok derin bir sessizliktir. “Ölüm var, dirim var”, anünçün çok tedbirli olmak gerektir. Bazıları, “ölümden döner”; “ölümle burun buruna gelir.” Ölümle öç alınmaz.” Yani, menfaatine dokunan veya düşmanı olan bir kimsenin ölümüne sevinmek insanlığa yakışmaz! Böyle yapanlar, “ölümlerden ölüm beğenir.”
Aslında ölüm bize öylesine yakındır ki “ölüyü öpmek” içün “ölümü görmek” vardır. “Ölümüne susayan”lar ise ölüme koşanlardır. “Ölüm cezası” kesilenin ölümüne ise gayrı yapılacak bir şey yoktur,
“Ölünün körü”, elinin körüdür. Aslı, “ölünün gûru” (=ölünün mezarı) olan söz, bizzat ölümü yaşayarak ‘ölünün körü’ ve ardında da ‘elinin körü’ oluvermiştir.
Ölüm, mevsim, sezon ve saatların da adı olmuştur: ölü mevsim, ölü sezon, ölü saat…
“Ölüm fermanı” yazılırsa kişiye er ya da geç “ölüm kâğıdı” da verilir. Bu yüzden herkesin “ölüm korkusu” yaşaması mukadderdir. Zira ölüm, tüm fanilerin en büyük kaderidir:
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek (Necip F. Kısakürek).
Zâtî’nin dediği üzere ölüm “gel” dediğinde “gitmemek” olmaz:
Ölümlü hastasıdır dôstlar ol âfetin âşık
Revân et cânını derse o sâat bî-nizâ eyler
Ölüm ise herkesi, hazan yaprağı gibi soldurur:
Ölümlü hasta gibi oldu Ya’kūb
Hazan yaprağı gibi soldu Ya’kūb (Yahyâ Bey).
Bu dünya, ‘ölümlü dünya’dır. Fani dünyada, eninde sonunda ‘ölüm’ vardır. Bu yüzden bazı insanlar, “ölümlük” para biriktirirler. Kişinin ölümünde lâzım olur düşüncesiyle biriktirdiği “ölümlük dirimlik” parasıdır bu.
Ölüm öylesine acı bir gerçektir ki bazı insanlar siyâsî emelleri uğruna “ölüm orucu” bile tutarlar…
Hâşâ, “ölümsüzlük” sadece Rabbimize ait olsa da bazıları “lâ yemut” eserlerin peşinden koşarak “ölümsüzleşmek” arzusu duyarlar. Buna dair âdemoğlunun dilinden düşürmediği bir “âbıhayat” efsanesi vardır. Her baharda bu efsane, tüm âleme saçılır…
Ölüm öylesine hakîkî bir gerçektir ki ölene, “ölüm tazminatı” adı altında bir tazminat bile verilir.
O hâlde, bizim içün ölümde sınır nedir?
İki cihan serveri fahr-i kainat efendimizin (s.a.s.) hadis-i şeriflerinde buyurduğu üzere, “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya; yarın ölecekmiş gibi âhirete hazırlanmaktır.”
Yine Hz. Peygamber’imizin (s.a.s.) buyurduğu üzere, “Ölmeden önce ölmek” ise bizim içün en büyük hünerdir!