“‘A’llâh Allâh demeyince işler onmaz.
‘Kâ’dir Tanrı vermeyince er ‘ba’yımaz.
‘E’zelden yazılmasa kul başına kaza gelmez.
‘E’cel va’de ermeyince kimse ‘öl’mez.
‘Öl’en âdem dirilmez.” Dedem Korkut
Âl-i İmrân sûresinin 185. âyetinde Rabbimiz bize, “Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır” şeklinde buyurmaktadır. Dolayısıyla “ölmek” ile “olmak” arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Nitekim, ölen bir kişi musalla taşına konulduğunda, imam efendinin “Ey cemaat, rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” sorusuna karşılık cemaatin vereceği “iyi veya kötü bilirdik” şeklindeki cevabı, bir taraftan “olmak” ile “ölmek” arasındaki içkin hayatî bağı ortaya koyarken, diğer taraftan son âna değin (ölüm) “olmak”ın “ölmek”i de aşan aşkın yönü de bizzât hâzırûna tecrübe ettirmiş olur. Gramatikal olarak “olmak” ile “ölmek” arasındaki yapı ve ses ayniliği ise ayrıca önemi hâizdir.
Meseleye Töreli Türk Edebiyatı, yâni doğrudan hak ve hakikat dâiresinde baktığımızda ise Cahit Sıtkı Tarancı’nın şu dizelerinde bu hakikatın bizâtihi tecellisini görürüz:
“N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”
Yukarıdaki dizelerde, “ölüm” ile “olmak”ın peş peşe sıralanması hiç de tesâdüfî değildir! Zirâ, ölmek de olmakın sâdece fiilî bir tarafıdır. Tabii hikmet ile birlikte büyük bir himmeti de bünyesinde taşıyarak… Şiirde, esâsında “Kün” emrine (ilâhî kalıp) bağlı tecelli eden bu oluş, birileri tarafından sırf ilhâm ve îhamının basit bir sûretinde görülebilir. Fakat Rabbimiz Yâsîn sûresinin 12. âyetinde, “Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir” şeklinde buyurarak oluşun bizzât “Kendi” katından gerçekleştirildiğini bize apaçık bildirmektedir. Dolayısıyla her türlü hak ve hakikatın “Levh-i Mahfuz”dan geldiğini (ilham/îham) idrâk edemeyenler, “töre”nin dışında kalmaya maalesef mahkûmdurlar.
Yine, töreli gelenekte, oluşun ölüm ile de kâim “ol”uşunu sergileyen Rahip Barsîsâ gibi bir hikâye de mevcûttur. Hikâye Mevlânâ Hazretlerinin “Mecâlis-i Sab’a” adlı eserinde yer alır:
“İsrailoğulları içinde ‘Barsîsâ’ denen bir ibadet ehli vardı. Zâhidliğinin ünü doğuya ve batıya ulaşmıştı. Nerede bir hasta varsa, ona su yollardı. O da suya okur üflerdi. Hasta o suyu içince hemen şifa bulurdu. Herkes de bilir ve anlardı ki bu, onun nefesinin eseridir. Çok geçmedi ki halk, ‘Bu sağlık ve esenlik, falan ilaçtan meydana gelir mi ki!’ diye ilaçların tesirinde şüpheye düştü.
Barsîsâ öyle bir şöhret kazandı ki, o zamanın hekimleri işsiz güçsüz kaldılar. O lânetlenmiş şeytan, o pusuda gizlenmiş eski düşman, o bel kıran mel’un, demir geveliyor; fakat bir çare bulamıyordu. Bir gece lânetlenmiş şeytan, yüzünü oğullarına döndü ve dedi ki:
‘Sizden hiç kimse yok mu ki, beni bu tasadan kurtarsın, bu tek eri tuzağa düşürsün?’
Oğullarından biri:
‘Bu işi benim adıma yaz, benden iste. Senin gönlünü dertten ben kurtaracağım’ diye böbürlendi.
Şeytan:
‘En gerçek oğlum sen olursun. Bu işi başarırsan kör gözümü aydınlatırsın’ dedi.
Şeytanın o oğlu, mel’un aklına şöyle bir plan danıştı:
‘Halkı genç ve güzel kadınlardan daha iyi avlayacak hiçbir tuzak olamaz’ dedi.
Şeytanın oğlu da bütün dünyayı dolaştı. Güzel, akıllı, soylu-soplu, alımlı, işveli bir kadın arıyordu. Zâhidi avlamak için böyle bir dilbere ihtiyaç vardı. Şeytanlık hasedinin kuvvetiyle pezevenklik ayıbını, kara yüzlülük haysiyetini unutmuş; ev ev, şehir şehir gezip dolaşıyordu.
O lânetlenmiş düşman, o pusudaki şeytan, çok arayıp gezdikten sonra o ülkenin padişahının kızını seçti. Çünkü o kızın güzelliği son dereceydi. Onun güzelliği dillere destandı. Şeytan, o kızın beynine girdi, onu deli divane etti. Onu korkunç bir hastalığa attı. Padişah, doktorları ve hikmet ehli olan bütün bilginleri topladı. Bunların tümü o kızı iyileştirmede, ona ilaç tertip etmede aciz kaldılar. Şeytan, bir zâhid elbisesine bürünüp padişahın huzuruna çıktı:
‘Eğer bu kızın hastalıktan kurtulmasını istiyorsanız onu Barsîsâ’ya götürün. O, okuyup üflesin; kız hastalıktan kurtulur’ dedi.
Onlar da başka çare bulamadılar ve şeytanın sözünü dinleyip kızı Barsîsâ’ya götürdüler. Barsîsâ dua etti. Şeytan da kızı bıraktı. Kız, iyileşti. Böylece şeytan, padişahın güvenin kazanmış oldu. O lânetlenmişin niyeti daha başkaydı. Kız, iyileşince sevindi. Fakat şeytan, bir zaman sonra onu tekrar çıldırttı. Padişah, doktorlar ve hikmet ehli olanlar kızı iyileştirmede yine aciz kaldılar. Şeytan, yine bir zâhid kıyafetine bürünüp padişahın huzuruna çıkıp kendilerine şöyle söyledi:
‘Bunu yine Barsîsâ’ya götürün; ama bu sefer geri getirmeyin. O, size, iyileştim, deyinceye kadar Barsîsâ’nın yanında kalsın. O, size sağlık haberini verinceye dek orada bekletin.’
O son derece güzel olan kızı götürüp Barsîsâ’nın yanına bıraktılar. Olayı Barsîsâ’ya nakledip geri döndüler.
Kız, Barsîsâ ve şeytan o ibadet yurdunda kaldılar. Barsîsâ, zâhiddi; ama bilgin değildi. İbadet ehliydi; ama ilimden yoksundu. Eğer bilgin olsaydı, o ibadet yurdunda kız ile yalnız kalmaya asla razı olmazdı. Nitekim padişahın kızı, Barsîsâ’nın yanında uzun bir zaman kaldı. Bu zaman içinde zâhid Barsîsâ, bu güzel kıza, göre göre, baka baka, konuşa konuşa âşık oldu. Ona gönlünü kaptırdı. Yıllardır Allâh’a (C.C.) ibadet eden bir zâhid, nefs-i emmaresinin tuzağına düştü. Nefs-i emmaresi ve şehveti ona galebe çaldı. Kız ile buluştu ve kız hamile kaldı. Bu olaydan sonra pişman olan Barsîsâ, bu hatasından ve günahından dolayı binlerce gam ve kedere daldı. Lânetlenmiş şeytan, bir insan şekline bürünüp Barsîsâ’nın yanına geldi. Onu çok kederli ve düşünceli buldu.
‘Neden düşüncelisin?’ dedi.
Barsîsâ, ona hikâyeyi anlattıktan sonra:
‘Kız hamile kaldı’ dedi.
Şeytan:
‘Kızı öldürmekten başka çare yoktur. Öldürür, sorarlarsa iyileşmedi, hastalığından dolayı öldü, ben de onu gömdüm dersin’ dedi.
Yaptıklarından dolayı şaşkına dönen Barsîsâ başka çare bulamadı. Kızı öldürdü. Şeytanın dediğini yapıp onu gömdü. Öte yanda şeytan, insan şeklinde padişaha gidip şu haberi verdi:
‘Kız iyileşti, gidip getirin’ dedi.
Padişahla hizmetçileri Barsîsâ’nın yanına gidip kızı istediler. Barsîsâ:
‘Kız, iyileşmedi öldü. Ben de onu gömdüm’ deyince ona inandılar ve geri dönüp kızın yasını tutmaya koyuldular.
Şeytan, yeni bir kılığa bürünerek padişaha geldi:
“Kız nerede?’ diye sordu.
Padişah:
‘Barsîsâ’nın yanına götürdük, orada öldü’ dedi.
Şeytan:
‘Kim söyledi?’ diye sordu.
Padişah:
‘Barsîsâ söyledi’ deyince, şeytan:
‘Yalan söylüyor. Barsîsâ onunla buluştu, kız hamile kaldı, sonra kızı öldürdü. Falan yere gömdü. İnanmıyorsanız orayı kazdırın, söylediklerimin doğru olduğunu görürsünüz’ dedi.
Padişah, tam yedi defa yerinden kalktı, bir başka yere oturdu; sonra yine yerine geldi. Şaşkına döndü, hali değişti. Kızdı ve sonra bir toplulukla atına binip Barsîsâ’nın ibadet yurduna gitti. İçeri girip:
‘Kızım nerede?’ diye sordu.
Barsîsâ:
‘Kızınız öldü, ben de onu gömdüm’ dedi.
Padişah:
‘Peki bize niye haber vermedin?’ dedi.
Barsîsâ:
“Evradla meşguldüm. Evradımdan kalırım, diye korktum’ dedi.
Padişah:
‘Bu sözünün tersi çıkarsa ne yapayım?’ deyince Barsîsâ kızdı ve ileri geri söylenmeye başladı.
Padişah, şeytanın bildirdiği yeri kazdırdı. Kızı çıkardılar ve öldürülmüş olduğunu gördüler. Barsîsâ’yı yakaladılar. Ellerini bağladılar ve boynuna ip taktılar. Bu olayı seyretmek ve ibret almak için toplanan halkı gören Barsîsâ, kendi kendine:
‘Ey kutsuz nefs, duan kabul oluyor diye seviniyordun. Halkın gönlüne, gözüne üstün ve büyük görünüyorsun diye seviniyordun. Halkın inancı azalır diye de korkuyordun değil mi? Gerçekten bunların hepsi yılandı, akrepti. Evet, halkın beğenişi, zehirlerle dolu bir yılandı’ diyordu. İçten içe ah ediyordu, ama bu ahların hiçbir faydası yoktu.
Onu yüce bir darağacının dibine getirdiler. Merdiven dayadılar ve boynuna halkasını taktılar. O anda şeytan bir insan şekline bürünüp kendisine göründü.
Barsîsâ’ya:
‘Bunların hepsini sana ben yaptım. Hâlâ da gücüm var; çaren benim elimde. Bana secde et, seni kurtarayım’ dedi.
Barsîsâ:
‘Nasıl secde edeyim, boynumda ip var’ deyince, şeytan:
‘Secde niyetiyle başınla işaret et. Akıllıya işaret de yeter’ dedi. Can tatlıdır ya, Barsîsâ can korkusuyla secde etmeye niyetlendi. Fakat başını eğince ip boynunu daha çok sıkmaya başladı. Bu hal karşısında şeytan:
‘Gerçek şu ki, ben senden uzağım’ dedi.
Bu hikâyede de tıpkı Rabbimizin bizi, Haşr sûresinin 16. âyetinde “İkiyüzlülerin durumu insana: ‘İnkar et!’ deyip, insan da inkar edince: ‘Doğrusu ben senden uzağım; Âlemlerin Rabbi olan Allâh’tan korkarım’ diyen şeytanın durumu gibidir” şeklinde uyardığı gibi, aslında tam olmuşken, olmadan ölen insânın son derece trajik acziyyeti vurgulanmaktadır. Oysa İslâm, Abdülkadir Udeh’in belirttiği üzere Müslümanlara “İslâm’ı öğrenmeyi, onda fakih “olma”yı (derinliğine bilmeyi), bilenlerin bilmeyenlere öğretmelerini farz kılmıştır.” Bu yüzden de oluş (Kün), âdemoğlunun kıyâmetecek devâm eden hak yolculuğunda hükmünü her ân icrâyla mükellef kılınmıştır!
Rabbimiz, bizi olmadan ölen kullarından eylemesin; ölüşümüzü oluşumuza vesile kılsın inşaAllah… Efendim ey meded!
Arefî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
tek bir olmaktı ölüm
göze dolmaktı ölüm
benzi solmaktı ölüm
Arefî’m benim gülüm…
Erhan Çapraz