Herhalde “sofa” kelimesini duymayanımız yoktur. Sofa, “evlerde oda kapılarının açıldığı ve eskiden ev halkının birlikte oturduğu, yemek yediği genişçe yer, hol” demekti. Büyüklerine ise, “divanhâne” denirdi. Sofanın töreli dairede hakikat alanını, tekke ve zâviyeler belirlerdi. Zira, tekke, zâviye gibi yerlerde sütunlar veya kısa parmaklıklarla ayrılmış olan oturma yerleri için de sofa tabiri kullanılırdı.
Hiç şüphesiz sofanın bu esası doğrudan “suffe”ye bağlıydı. Sofa kelimesinin eski metinlerde geçen asıl şekli, Ar. ṣuffe (ﺻﻔّﻪ) idi. Suffenin maddî ve manevî ilk mimarı, iki cihan serveri Hz. Peygamberimiz (s.a.s) olmuştu. Bu esasa bağlı olarak Medîne’de Hz. Muhammed’in yaptırdığı mescidin yanında suffe denilen üstü kapalı, etrâfı açık bir gölgelikte barınan ve devamlı olarak onun meclislerine katılarak ilim irfan tahsil eden evsiz yurtsuz, fakir sahâbî efendilerimize de “ehl-i suffe” adı verilmişti. Hatta Süleyman Uludağ’ın belirttiği üzere, sûfîler ehl-i suffenin sıfatı, kıyâfeti ve gidişatı üzere oldukları için suffiye veya sûfiye adını almışlardı. Kısacası, Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin dile getirdiği gibi, O zevalsizliğin güneşine vuslat içün suffede sâkin olmak elzemdi:
Vâsıl-ı şems-i bî-zevâl olalım
Sâkin-i suffe-i kemâl olalım
Yine lisanımızda “sofalı çeşme” misalinde görüldüğü üzere bu suffeye “sedir, set” yapılmıştı. Hatta, eskiden “Etrâfı setle çevrilmiş âile mezarlığı” içün de safa kullanılmıştı. Divana, divanhâneye gidiş de sofadan olmuştu. Sofanın bir peygamber ocağına dönüşümü ise “Yeniçeri kovuşu” karşılığında kullanılmasıyla olmuştu. Öyle ki eskiden tulumbacı reislerinin başkanlığında bir anlaşmazlığı gidermek içün “sofa kurmak” âdettendi. Hatta çok ilginçtir, devşirme usûlünün kaldırılmasından sonra yeniçeri ocağına yazılanlara verilen kabul belgesine de “sofa tezkiresi” adı verilmişti. Târîh-i Askerî-i Osmânî’de ise sofa tezkiresi şu sûretle mazbut ve mukayyetti:
“Mü’miniz kālubelâdan beri. Hakk’ın birliğini eyledik ikrar. Bu yola vermişiz seri. Nebîmiz vardır Cenâb-ı Ahmed-i muhtar. Ezelden beri mestâneleriz, nûr-ı ilâhîde pervâneleriz…”
Herhalde bu tezkire de biz pervânelerin sofadan muradının yalnızca O’na (C.C.) ve Resulullâh’a vuslat olduğunu açıkça ortaya koyar. Yani sofa, sadece “hol” değildir artık! Tabiî töreli olmak kaydıyla…!
O halde gelin, “vâsıl-ı şems-i bî-zevâl” olmak içün “sâkin-i suffe-i kemâl olalım.”
Efendim ey meded!
Ârifî’m soylamış, görelim cânım ne soylamış:
vâsıl-ı şems-i bî-zevâl olalım
sâkin-i suffe-i kemâl olalım
ol celâl içinde cemâl olalım
ârifî’m sofadan bu tek murâdım…
Değerli hocamın yazılarını keyifle takip ediyorum, kaleminize sağlık hocam.
Eyvallah kardeşim. Çok teşekkür ediyorum 🌷
Eyvallah kardeşim çok teşekkür ediyorum 🌷