Efendim, Nâbî merhumun muamması malûmunuzdur:
“Bende yok sabr-ı sükûn sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr idelüm bir kerre”
Yine malûmunuzdur ki “nâ” ve “bî” ekleri yokluk (olumsuzluk) ekleri olup bize muammada “Nâbî” merhumun mahlasını verir. Yani iki yoktan bile bir “var” elde edilir. Şimdilerde var denilince aklımıza futbol hakemlerinin “var odası” geliyor. Ne garib tecelli değil mi?
Aslında hakikat alanının edebî dairesinde “Var”ın ve “Var”lığın kıymetini bize doğrudan Şeyh Gâlib Efendi vermektedir:
“Menzili müntehâ-yı vahdettir
Kurb u bu’da ıraktır gönlüm”
Yukarıda görüldüğü üzere merhum, vahdetin sonsuz menziline yakınlığa rağmen gönlünün uzaklığından şikayetçidir. Kâf suresinin 16. âyetinde Rabbimiz -zü’l-celâl ve’l-ikram- “Biz ona şah damarından daha yakınız” buyurmuşken merhum daha başka ne desin, değil mi? Beyitte yine hakikat alanında Kâf’a nisbetle menzil, nihâyetsizlik ve ıraklık gerçekten oldukça ustaca kurgulanmıştır. Kısacası merhum bize âdemoğlunun kurbiyyet makamında bulunduğu veya yaşadığı hâlde kurbiyyetten uzak kalışından kendi üzerinden dem vurmaktadır.
Hâlimiz ahvâlimiz tıpkı Hayâlî merhumun belirttiği üzeredir yani:
“Ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”
Esasında kurbiyyet, elbette takdire de bağlı, bir imkân meselesidir. Bakınız 16. yüzyılda yaşamış ünlü divan düşünürümüz Rûhî-i Bağdâdî bu hususta bize ne diyor:
“Ne ümmîd-i mihr ü ne imkân-ı kurb
Ne bende tahammül ne sende vefâ”
İnsan, “Var”a yakınlıkta ümmîd ile imkân arasında sıkışıp kalmıştır. Tam da bu noktada yardımımıza Zümer suresinin 53. âyeti yetişir: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” İmkân ise her zaman “Var”dır. Tıpkı Necmeddin-i Kübrâ’ya atfedilen şu sözde dile getirildiği gibi: “Etturuk ilallâh bîadedi enfasil halayık.” (Allah’a giden yollar, canlıların aldığı nefesler adedindedir.) Dolayısıyla mahlukâta (Var’lık) ne kadar “yakın” olursak asıl Var’a (C.C.) da o nisbette yakınlaşmamız mümkündür. Kubbealtı Lugatı’nda kurbun ikinci temel mânâsının “yakın” olması bu itibarla oldukça manidârdır aslında.
Dolayısıyla âdemoğlunun bu dünyada (dünyaya) yakınlığı veya uzaklığı sadece O’na (yegâne Var – C.C.) olan kurbiyetimize bağlıdır. Bakınız Muallim Nâci merhum bu asıl gerçek karşısında vaziyetimizi ne de güzel ifade ediyor:
“Senin lutf-i vâlânı gözler ümîdim
Senin kurb-ı a’lânı özler hayâlim”
Yukarıdaki beyitte de tıpkı bir öncekinde olduğu üzere bize asıl “Var”lığı açan anahtar ise “ümmîd”dir. Bunun tek yolu ise O’nun varlığı karşısında secdeye kapanmaktan (namaz) geçer. Çünkü O’na en yakın olduğumuz ân secde ânıdır (Hadis-i Şerif). Abdülhak Hâmit merhumun şu ifadesine bakılırsa bu sürece bütün ervah bile dâhildir:
“Olurlar sâciden hep müncezib kurb-ı ilâhîye
Ki dâhildir bütün ervâh o ceyş-i bî-tenâhîye”
Efendim, yollar ve hatta yollarımız ayrı ayrı olabilir. Bunda bir beis yok! Asıl en kıymetli olan şey, bu yolda aşk ile olmak ve sadece O’na âşık olmaktır. Zira aşkı olmayanın ümmîdi de yoktur. Niyâzî Mısrî hazretleri belli ki aşk makamında bu durumu oldukça sarih tasvir eder:
“Yolları ne var ayrı ise? Hep sana âşık
Her birisi bir yol ile gülzara gelirler”
Aslında bu manzarayı tasvir eden, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te de yer alan çok veciz bir töresözümüz daha var: “Taz keligi börkçike” (Kelin gelişi börkçü dükkânınadır). Bu da demek oluyor ki istesek de istemesek de O’na dönüşümüz hiç şüphesiz mukadder (“Bize döndürüleceksiniz.” Enbiyâ, 35).
O hâlde biz âdemoğluna düşen en aslî vazife, “aşk” ile “ümmîd” arasında O’na yakınlaşmaya çalışmaktır! İşte, asıl kurbiyyet hâlimiz tam olarak budur! Tüm meselemiz, sadece O’na kurban olabilmekte yani…
İster “nâ” ister “bî” olsun, ne çıkar?