Bir önceki yazıyı Müslüman olmanın her şeyden önce siyasi ve toplumsal bir mensubiyet olduğu (AI) ve siyasi ve toplumsal mensubiyetin ise her şeyden önce ortak tarihsel hafıza demek olduğu (AII) şeklinde iki temel iddia üzerine temellendirmiştik. Nihayet Müslümanları bir ümmet, siyasi ve toplumsal bir bütün olarak düşünmemizi mümkün kılan ortak tarihsel hafızanın kurucu kavramlarının ise Asr-ı Saadet ile Hulefa-i Raşidin olduğunu zikretmiştik. Rasul-i Ekrem’in hayatta olduğu ve vahyin iniş sürecinin canlı olarak yaşandığı bu dönemin Asr-ı Saadet olarak tanımlanmasının arkasında Onun nübüvvetinin bilgi ile gücün, norm ile siyasetin mutlak birlikteliği paradigmasını temsil etmesi vardı. Vahyin iniş sürecinin canlı olarak yaşandığı dönem sona erse de onun doğrudan ve birebir şahitliğinin devam ettiği dört halife döneminin Hulafa-i Raşidin olarak tanımlanmasının arkasında ise bilgi ile gücün mutlak birlikteliği paradigmasından bilgi ile gücün tarihsel birlikteliği paradigmasına geçilmiş olması vardı. İşte bir önceki yazının sonuç paragrafında açıklayamadığımız, dolayısıyla müstakil bir metin olarak tasarlamak zorunda kaldığımız bu yazının vazifesi ise Hulefa-i Raşidin sonrası dönemde bilgi ile güç ya da norm ile siyaset arası ilişkide ne tür bir yeni paradigmaya geçiş yapıldığıdır? Soru gayet yalın ama peki ya cevap da öyle mi? Pek değil? Umarım izahımız buna güç yetirebilir.
Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin dönemlerinde bilgi ile gücün birlikteliğine dayalı meşruiyetin sona ermesinin bıraktığı boşluk nasıl kavramsallaştırılabilir, meşruiyeti yeni dönemde nasıl bir paradigma sağlayabilir? Bilgi ile gücün mutlak birlikteliğini temsil eden Asr-ı Saadet sonrası muhtemel kriz, Hulefa-i Raşidin döneminde bilgi-güç birlikteliğine dayalı paradigmanın tarihsel bakımından da olsa devam etmesi sayesinde atlatılabildi. Siyasi itaatin ahlaki referansı meselesi bu bakımdan bir kriz kaynağı olmadı. Ama Hulefa-i Raşidin sonrası bilgi-güç birlikteliğinin tümden sona ermesiyle, gücü elinde tutan siyasetin aynı zamanda bilgiyi/normu elinde tutanlardan ayrılmasıyla ortaya çıkan yeni durum, ciddi bir krizi işaret etmektedir. Bu yeni durumun ne denli ciddi bir kriz anlamına geldiğini Hulefa-i Raşidin sonrası Emeviler döneminin Müslüman tarihsel hafızasında tam bir kara delik oluşturmasından anlayabiliriz. Dolayısıyla bu yeni dönemde siyasi itaatin ahlaki referansı ile ilgili meşruiyetin çok daha radikal bir paradigmatik geçişle tanımlanması gerekmektedir.
Öncelikle burada inşa edeceğimiz düşüncenin üzerine bina edilecek ilk varsayım Hulefa-i Raşidin sonrası bilgi ile gücün kategorik olarak birbirinden ayrıldığı gerçeğidir (AIV). Artık yönetenlerin aynı zamanda töre yazıcılar olmadığı bir aşamaya gelindiğinden söz ediyoruz. Ama asıl sorunu oluşturan şey, Emevîlerle beraber bilginin güçten tümden ayrılması gerçeğine rağmen gücün meşru olarak, ahlaki temeli sağlam bir şekilde kendi varlığını ortaya koyma zorunluluğunun devam ediyor olmasıdır. Bilgi güçten ayrılmasına rağmen gücün bilgiye dayalı olma zorunluluğu devam ediyorsa bu durumda bilgi-güç birlikteliği paradigmasından yeni bir paradigmaya geçiş de zorunludur. İşte bu paradigma bilgi ile güç, norm ile siyaset arasındaki ilişkinin denetlemeye dayalı hale geldiği bir aşamayı ifade eder (AV).
Bilgi-güç arası denetlemeye dayalı paradigmanın anlaşılması için tartışmayı biraz daha derinleştirmek gerekiyor. İmdi soru şu: Asr-ı Saadet ve Hulefa-i Raşidin sonrası dönemde bilgi-güç birlikteliğinin sona ermesi nedeniyle siyasi itaatin ahlaki referansla bağının kopması ihtimalinin yaratacağı krizin önüne geçmek için bilgi ile güç arasındaki ilişkinin ne şekilde ortaya çıkmaması gerekmiştir? Hangi iki durumun ortaya çıkmaması gerekiyordu? Birincisi bilginin güce/siyasete tabi olduğu bir ilişki biçimi tartışma götürmez bir şekilde kabul edilemezdi. Bilginin güce tabi olması demek Westfalyan egemenlik anlayışının dünyevi güç olarak devlete atfettiği kıyam bi’nefsihi niteliğin onaylanması demektir ki bu durum, modern devletin Tanrının yerini alması anlamına gelmektedir. Devlete atfedilen kıyam bi’nefsihi nitelik, modern ulusal egemen devletin meşruiyet anlayışı demektir. Bu durum devletin meşruiyetinin kendinden menkul olması demektir. Meşruiyeti yine kendisine bağlı olan modern ulusal egemen devlet ise aşkın ahlaki referansını yitirmiş, töre ile irtibatını koparmış, hatta kendisini aşkın ahlaki referansın yerine koymuş devlet demektir. Müslümanların nübüvvet ve Hulafa-i Raşidinle temellerini attığı siyaset her şeyden önce ahlaki referansla bağ kurma, bağın gevşeme ve kopma risklerine karşı tedbir alma kaygısına dayanır. Bu ortaya çıkmaması gereken ilk noktayı anlamakta bir zorluk olmasa gerek. Siyaset bilimi geleneğimizin kurucu öğretmeni Farabi’nin (öl. H. 339/M. 950) en iyi siyasal rejim olarak tasarladığı Fazıl Medine’sinde ikincil reisler için öngörmüş olduğu birincil reislerin otoritesine benzer bir otorite sahibi olabilecekleri fikrinin kanımca siyasete/güce bilgi/töre karşısında westfalyan bir yetki verme niyeti taşımadığıdır. Zira Farabi zaten filozofların kral, kralların filozof olması gerektiğini söyleyerek Resul-i Ekrem’in Medine tecrübesindeki bilgi-güç mutlak birlikteliğinin devam etmesi gerektiğini savunmuştur. İşte asıl zorluk burada başlıyor, işte asıl mesele şayet Farabi’ye karşı çıkma hakkımız var ise, Hulefa-i Raşidin sonrası dönemde bilgi-güç birlikteliği paradigmasının devam etmesinin gerçekçi, doğru ve makul bir paradigma olamayacağını anlamakta yatıyor.
Anlaşılması ve kabul bulması zor olan şu ki nübüvvet ve Hulefa-i Raşidin sonrası dönemde bilginin güce tabi olmaması gerekliliği yanında bilgi ile gücün bütünleşmesine dayalı bir idari düzenin de olmaması gerektiğidir. Tıpkı Emeviler döneminde olmadığı gibi. Burada hemen aklımıza Hegel geliyor: Gerçek olan aklidir. Yani Emevi siyaseti değil belki ama Emevi gerçeği olarak ortaya çıkan bilgi-güç arası yeni ilişki biçimi bize aynı zamanda makul olanı, olması gerekeni de işaret ediyor. Bilginin güce, normun siyasete tabi olmaması gerektiğini anladık peki ama neden bilgi ile güç bütünleşmesi de olmamalıydı, Farabi’nin önerisinin tersine neden bilginler kral, krallar bilginlerden oluşmamalıydı ve gerçekten de oluşmamıştır? Çünkü Resul-i Ekrem Hatemu’l Enbiya olduğu için artık töre ihdas etme, şeriat getirme dönemi sona ermiştir. Siyasetin karşılaştığı sorunları töre ihdas ederek çözme otoritesi olmadığı için gücün konumu töreye mutlak tabi olmaktan geçiyor. Ama bu izah da durumu tam olarak açıklığa kavuşturabilmiş değil. Yani tamam, siyasetin bilgiye tabi olması gerektiği anlaşılabilir, ama neden siyasi erki oluşturanlar aynı zamanda bilginlerden oluşmasın ki, nedir buradaki tehlike? Bu soruya cevap verebilmek için yeni durumda ortaya çıkan yepyeni bir toplumsal aktörün varlığına ve nasıl bir yer işgal ettiğine değinmek gerekiyor.
Nübüvvet ve Hulefa-i Raşidin dönemi sonrası paradigmanın merkezinde siyasi birliği temsil eden aktörden (halifeden)önce fikri birliği, yani bilgiyi temsil eden aktör (ulema) vardır. Çünkü bu yeni dönemde daha önceki yazıda istinatgâh ya da İslam’ın yaratıcı eylemi olarak tanımlamış olduğumuz vahiyden istinbat ederek norm üretenler ulemadır. Bu yeni dönemde her ne kadar yeni şeriat ihdas etme otoritesi sona erse de vahyi yaşanan hayata uyarlama süreci (istinbat) kıyamete kadar devam edecektir ve bu sorumluluğu yerine getirme rolü yeni bir toplumsal aktör olarak beliren ulemadadır. Bu durum bir toplumsal aktör olarak beliren ve bilgiyi temsil eden ulemanın konumunun siyaset açısından bağlayıcı olmasına, gücün bilgiye tabi olmasına, bilginin aktörlerinin toplumsal liderlik misyonlarını veri alarak gücü denetleme kaygısıyla hareket etmesine neden olmuştur. Ulemanın, gücü normatif olanla denetleme kaygısıdır bu. İşte ulema, coğrafyanın genişlemesiyle beraber farklı medeniyetlerle karşılaşmanın ortaya çıkardığı yabancılaşma riskine karşı, hikmeti nazariye olarak kelam hareketi şeklinde akideyi koruma refleksiyle; hızlı zenginleşmeyle beraber servete dayalı sınıflaşma ya da siyasetin tabakalaşmasıyla beraber siyasi iktidara dayalı yozlaşmaya karşı, hikmeti ameliye olarak fıkıh ve ahlak (tasavvuf) hareketi şeklinde normu/şeriatı koruma refleksiyle ortaya çıkan bağlayıcı bir aktör olmuştur. Bu anlamda ulema filozoftan da, üdebadan da, entelijensiyadan da, kanaat önderinden de, akademisyenden de farklı bir toplumsal aktördür. Bağlayıcı norm üretici bir misyonla hareket eder ve kendisini fikri birliğin sağlanması ve muhafazasıyla sorumlu görür. Gerçekten de Emevilerle beraber Mekke-Medine dışında ortaya çıkan yeni kent merkezlerinin varlığı; hızlı fütuhat ve hızlı zenginleşmenin yozlaştırıcı etkisine karşı Medine merkezli bir bilgi/ahlak kaygısı güden bir hareket gelişti. Müslümanların jeopolitik genişlemesi ve ekonomik dinamizmi eş zamanlı olarak ulemanın oluşumunun Hatemü’l Enbiya sonrası Resul-i Ekrem’in misyonunu bir denetleyici, gücü bilgi doğrultusunda terbiye edici bir yere yerleştirmiş oldu. Artık bilginin temsilcisi alimler gücün temsilcisi siyasetin düzene sadakatini garanti etmeye çalışan bir statü ve rolün sahibi oldular. Alimlerin aklı (içtihadı) siyasetin normatif düzenden sapmasını engellemeye çalıştı.
Tevhid-Tenzih Sitesi | ||
Bilgi-Güç Birlikteliği Dönemi | Sitenin Muhafızları | Nebi: Bilgi-Güç Mutlak Birlikteliği |
Hulefa-i Raşidin: Bilgi-Güç Tarihsel Birlikteliği | ||
Bilgi-Güç Ayrılığı Dönemi | Sitenin Muhafızları
| Ulema: Bilginin Gücü Denetlemesine Dayalı Paradigma |
İşte bilgi-güç bütünleşmesi anlamına gelecek şekilde ulemanın aynı zamanda siyasi gücü elinde bulundurmaması gerektiğinin nedeni, onun taşıdığı bu misyonla ilgilidir. Yani vahiyden istinbat ederek onu yaşanan hayata uyarlama sorumluğuna sahip olan ulemanın töreyi muhafaza etme kaygısı dışında bir kaygıya sahip olmaması icap eder. Bu icap onun bu toplumsal rol dışında başka bir rolü üstlenmemesini gerektirir. Sosyolojik ve tarihsel bakımdan kaçınılmaz bir gerçekliktir ki taşınan toplumsal roller kaygıları belirler, kaygılar muhafaza edilmesi gerekenler konusundaki öncelikleri belirler. Bilgi-güç birlikteliğini sağlayacak şekilde ulemanın aynı zamanda güç erkini elinde bulundurması demek töreyi muhafaza etme kaygısı ile devlet çıkarı gibi kaygıların birbirinin yerine geçme riskini doğurması demektir ki bu durum töreyi yaşanan hayata uyarlama otoritesine sahip olan ulemanın söz konusu kaygı karmaşası nedeniyle töreyi yozlaştırma riskini de beraberinde getirir. Yani yeni durumda gücün bilgiye tabi olmasından önce bilginin/törenin töre olarak muhafazasının teminat altına alınması gerekir ki bu ancak ulemanın tek rolünün bilgi rolüyle sınırlandırılmasına bağlıdır. Yani önce bilginin bilgi olarak muhafaza edilmesi gerekir ki onun ardından gücü bu bilgi doğrultusunda denetlemenin töreli bir anlamı olabilsin.
Hasılı kelam öyle anlaşılıyor ki nasıl Müslümanların Hulafa-i Raşidin sonrası siyaseti bilginin güce tabi olduğu laik (Kemalist) bir siyaset değilse bilgi-güç bütünleşmesine dayalı bir teokratik siyaset (Humeynist) hiç değildir. İkincisinin olmaması çok daha kritiktir çünkü teokratik siyaset gücü/devleti bilgiye tabi kılan bir siyaset olmaktan ziyade bilgiyi güçle iç içe geçirmesinden dolayı onu sekülerleştiren bir siyasettir. Başka bir çalışmamda güncel bir örneği işaret ederek kullandığım bir kavramı tekrar ederek yazıyı sonlandıracak olursam ulema ile devletin bütünleşmesinin ortaya çıkardığı şey, ancak seküler bir teokrasidir. Tıpkı Platonik ve Farabici bir zemine sahip Humeyni’nin velayeti fakihine dayalı İran İslam Cumhuriyeti gibi.
Nuh UÇGAN