Batılı Kurtarıcı Söyleminin Eleştirisi: Lila Abu-Lughod’un “Müslüman Kadının Kurtarılmaya İhtiyacı Var mı?” Kitabına Dair Bir İnceleme
Lila Abu-Lughod’un “Müslüman Kadının Kurtarılmaya İhtiyacı Var mı?” adlı eseri, Batı’nın Müslüman kadınlara yönelik yaygın kurtarıcı söylemini eleştiren ve bu söylemin ardındaki karmaşık sosyal, kültürel ve politik dinamikleri ortaya koyan derinlemesine bir analiz sunuyor. Bu eser, yazarın okuduğum ilk kitabıdır. Lila Abu-Lughod’un Batı’da yaşayan Ortadoğulu veya kökeni ve ailesi orada yaşayan Müslüman kadınların kurtarılması başlığı altında çalışmalar yaptığına dair duyumlarım vardı ama açıkçası pek takip etmiyordum. Kitaba karşı, Müslüman kadının modern dünya bakış açısıyla ele alınacağı ve bir İslamiyet eleştirisi okuyacağım ön yargısını taşıyordum. Batı’yı merkeze koyarak Ortadoğulu kadınları anlamaya çalışan grupların seslerini ve söylemlerini pek tasvip etmediğim gibi, tarihi gerçeklikten uzak yorumlara sahip olduklarını düşünüyordum. Ancak, sahada araştırma ve analiz yapan Abu-Lughod’un bu yargılarımı yıktığını söylemek yanlış olmaz. İlk bakışta, kitabın titizlikle derlenmiş saha çalışmaları ve eleştirel analizleri, okuyucuyu konuya dair derinlemesine düşünmeye sevk ediyor.
Kitap, kaynakça ve dizinle birlikte 11 ana başlıktan oluşuyor. Benim dikkatimi çeken ve okurken anlam dünyamı başka bir tarafa eviren kısımlar ise modern dünya üzerinden bir İslamiyet eleştirisi olarak değerlendirilen ancak bunu göstermemeye çabalayan misyoner veya dininden dönen Müslüman yazarların eserleriydi. Bu yazarlar, düşünce ve fikirlerini İslamiyet üzerinden değil, Müslüman erkek zorbalığı üzerinden aktarıyorlar. Bu anlatım İslamiyet üzerinden yapılmıyormuş gibi gösterilirken sorunun Müslüman erkeklerin din tasavvurundan meydana çıktığı anlatılmaya çalışıyor. Halbuki Müslümanlar toplumun baskısını ve özgürlük fikirlerini savunurken İslam kurallarından bahsetmezler. Müslüman kadın için tesettür özgürlük kısıtlayıcı olarak değil hürriyet simgesi olarak görülür. 2001’de Afganistan işgali ile birlikte bu ülkenin yeniden inşası için toplanılan sözüm ona barış konferansında, özellikle orada yerleşik yaşayanlar, İslam merkezli bir yapılandırma yapılması gerektiğini savunuyordu. Keyifle okuduğum şu kısmı aynen alıntılıyorum: “Bugün Afganistan’a gidip, sekülerizm getireceğim vaadiyle kadınlardan oy istersem bana cehenneme gitmemi söylerler”.
Kitap, bu yazarların eserlerinde değindiği sözüm ona “töre” cinayeti kavramının da, kadınların babalarından, abilerinden gördükleri tacizlerin de üzerinde durulmasını bir kadraj manipülasyonu olduğunu ve toplumun geneline yansıtılmaması gerektiğini savunuyor. Bu manipülasyonun, Batı medyasında gerçek hikayelerden oluştuğu iddiasıyla yayımlamasının ortaya kurtarılmaya çalışılan Müslüman kadın imajı çıkardığını ve Müslüman kadını bu durumundan kurtaracak şeyin evrensel insan hakları ve hukuk söylemleri olacağı iddia ediliyor. Batılı karar vericilerin en büyük problemi, bütün problemlerin kendi yöntemleri ile giderileceğini düşünmeleridir.
Abu-Lughod, bu anlatıların Batı’da nasıl algılandığını ve yayıldığını ele alırken, bu tür hikayelerin Batılı kurtarıcı söyleminin bir parçası haline geldiğini gösteriyor. Batı’nın adil ve doğru kanun ve kurallarıyla bu kadınları kurtarabileceği inancı, kitabın eleştirdiği temel noktalardan biridir.
Ancak Abu-Lughod, bu bakış açısının ne kadar eksik ve tek taraflı olduğunu vurguluyor. O, Müslüman kadınların kendi hikayelerini ve direniş biçimlerini göz ardı eden bu tür anlatıların, Batılı müdahaleciliğin ve oryantalist bakış açısının bir ürünü olduğunu öne sürüyor. Kitap, bu noktada, Müslüman kadınların sadece mağdur olmadığını, aynı zamanda kendi yaşamlarını şekillendirme gücüne sahip bireyler olduklarını göstermeye çalışıyor.
Kitap, Zeynep, Ayşe ve yazarın halası gibi karakterler üzerinden toplumların içinde bulundukları baskı ve sıkıntılardan bahsediyor. Yazar özellikle bu sorunların İslam’ın ilkeleri yüzünden mi yaşandığını sorguluyor, ancak bu karakterler toplumların baskıcı olduğunu kabul etmelerine rağmen İslam’ın bununla ilgisi olmadığını savunuyorlar. Müslümanlıktan feragat etme gibi bir tavır takınılan Batılı feminist yazarların veya dininden dönen Hırsi Ali gibi taraflı yazarların söylemlerinden farklı olarak, birçok farklı argüman ve durumun yaşantıyı ve zorlukları getirdiğini belirtiyor. Burada önemli olanın, getirilen haklardan çok uygulanış biçiminin ne gibi sonuçlar doğuracağı ve doğuracak sonucun gerçek haksızlıklara karşı gelip gelemeyeceği ile ilgilidir. Örneğin, kitapta eşi tarafından şiddete maruz kalan Zeynep’in boşanması ya da aile evine dönmesi hakkında bir hakka sahip olmasına rağmen bunu yapmamayı tercih etmesine teori ve kuramlar bir anlam veremez. Kendi içinde yaşadığı duygu durumu ve yaşadıklarını nasıl yorumladığı yine başta toplumu ve yetişme şekli ile ilgilidir. Bu çözüm, dışarıdan bambaşka bir toplum yapısına sahip gruplar tarafından belirlenmesinin mümkün olmadığı kitapta örnekleri ile anlatılmaktadır.
Aynı zamanda yaşanılan coğrafyanın konuları ele alma bakımından önemli olduğu, Batı’da yaşayan Müslüman kadınların, Ortadoğulu kadınların İslam hukukunun yanlış anlaşıldığını ele alıp kadın haklarını İslam hukuku üzerinden açıklamaya çalışmaları durumu özetliyor. Kadınlara haklarının ne olduğunun teoride söylense bile pratikte bu hakların uygulanmadığını belirterek, “teori ve pratik aynıdır, ama pratikte öyle değil” gerçeğinin altını çiziyor.
Kitap, klimalı masalar üzerinden toplum eleştirisi ve hak savunuculuğunun sadece bazı hakları elde etme noktasında işe yaradığını, ancak tek bir taraftan ele alınmaması gerektiğini sonuna kadar okuyucuya sorular sorarak ortaya koymaya çalışıyor.
Kitabın sonuç bölümünde, yazar kendi düşüncelerine yer vererek bu karmaşıklığı ve ele aldığı konular özelinde düşüncelerini dile getiriyor. Yazar, toplumun yapısını belirleyen aile üzerinden, “her ailenin farklı olduğu, hatta mutlu olanların bile farklı olduğu” düşüncesiyle Lev Tolstoy’a atıfta bulunuyor. Benzerlikler olabilir ancak yaşantının ve toplumun getirilerine verilen tepki ve tutumların farklılıklarıyla olayların ele alınması gerektiğini savunuyor.
Bunu yaparken çok fazla düşünce, kişi ve olay isminin geçmesi kitabı anlaşılmayı zorlaştırdığını düşünüyorum. Çok yönlülük ve karmaşıklık anlatılmaya çalışılsa da sosyo-kültür konularında yapılan analizlerin, anlaşılır ve akıcı olması gerekir. Yazar fikirlerini belirtmek için bir başlık oluştursa da analizleri ve araştırmaları yaptığı başlıklar altında anlaşılır biçimde düşüncelerini ifade etmesi beklenir. Çünkü araştırma yazılarında sahada olan kahraman yazarın kendisidir. Okuyucu olarak kahramanı görmek isteriz.
Şeyma Süheyla Nur Cevher,
Bursa Teknik Üniversitesi-Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi
Kitabı çok güzel tasvir etmişsin. Özellikle betimlemelerin çok hoşuma gitti.
Merhaba, yazınızı okudum ve bayıldım. Özellikle betimlemeleriniz çok başarılıydı. O kadar güzel ve net açıklamışsınız ki kitabı okumuş kadar oldum.